Atina Vebası ve Hastalanan Ritüel
11 Mayıs 2020
Şeyma Kömürcüoğlu
YazarSon birkaç aydır, tüm dünya olarak hepimiz için olağanüstü sayılabilecek bir süreçten geçiyoruz. Bundan iki ay öncesine kadar içinde nefes aldığımız konforlu hayatlarımız, birdenbire hiç beklemediğimiz bir meydan okumayla karşı karşıya kaldı. Pek çoğumuzun aklına zaman zaman, “acaba hepimizi etkileyecek bir dünya savaşı çıkar mı”, “iklim değişikliği tüm dünyayı susuz bırakır mı” ya da “tüketim alışkanlıklarımız dünyadaki kaynakların tükenmesine sebep olur mu” gibi sorular gelse de hiçbirimiz, 3 mikron büyüklüğündeki bir virüsün, hepimizi aylarca evlerimize kapatacağı ve tüm yaşam alışkanlıklarımızı değiştirmeye zorlayacağını tahmin bile edemezdik.
Her ne kadar bizim neslimiz için, içinde bulunduğumuz şartlar oldukça zorlayıcı ve meydan okuyucu olsa da, dünya tarihinde salgın hastalıkların insanlık tarihini yeniden şekillendirdiği farklı örneklere rastlamak mümkündür. Milattan önce antik Yunan’da görülen veba salgını, 500lü yıllarda İstanbul’u etkilemiş olan Justinian vebası, 1300lü yıllarda Avrupa’yı etkisi altına almış Büyük veba salgını bu örnekler arasında zikredilebilir.
Biz bu yazımızda milattan önce 430 yılında başlayıp antik Yunan şehirlerini de etkileyen veba salgınını merkeze alacağız ve bir salgın hastalığın fiziksel etkilerinin ötesinde hangi dönüşümleri beraberinde getirdiğini takip etmeye çalışacağız. Bu takibi yaparken de Covid 19 salgınının bizleri zorladığı dönüşümleri ve yarattığı tartışmaları gündeme getirmiş olacağız.
Peloponez Savaşı ve Atina Vebası
M.Ö. 430 yılında Peloponez savaşı devam ederken, Etiyopya’da bir salgın hastalık baş gösterir. Hastalık Etiyopya’dan Libya ve Mısır’a, oradan da Pers İmparatorluğu’na sıçrar. Bir süre sonra da Yunan şehirlerinden Pire’de ve nihayet Atina’da da görülür. Tarihsel olarak ise salgının denk geldiği dönemi zihnimizde canlandırabilmek adına şöyle bir tablo çizmek yararlı olabilir: Salgının gerçekleştiği yıllar, Anaksimander’in ölümünden yaklaşık bir asır sonrasına, Pythagoras’ın vefatının yaklaşık 50-60 yıl sonrasına tekabül etmektedir. Bu yıllar aynı zamanda, Sokrates’in yaklaşık 30lu yaşlarında olduğu, Platon’un ise henüz yeni doğduğu yıllardır.
Bu salgın hastalıkla ilgili bugüne ulaşan tek kaynak Thucydides’in Peloponez savaşını anlattığı tarih kitabıdır.[1] Kimi modern araştırmacılar bu hastalığın veba olduğunu düşünmekte, kimileri ise kolera olduğunu öne sürmektedir. Thucydides’in tarif ettiği semptomlardan yola çıkarak hastalığın tifüs ya da çiçek hastalığı olabileceğini iddia eden çalışmalar da mevcuttur. Görüş ayrılıkları olsa da, literatür bu hastalığı Atina vebası olarak anmaktadır.
Veba salgını başladığında Atinalılar Spartalılarla savaş halinde idiler. Savaş ve salgın bir arada ilerlediği için, hastalık çok hızlı bir şekilde yayılma fırsatı buldu ve on binlerce kişinin ölümüyle sonuçlandı. Bu hastalıkla ilgili ayrıntılara kaynaklık eden Thucydides’in kendisi de salgına yakalanan ve hayatta kalmayı başaranlar arasındaydı. Savaş sırasında Yunan ordusuna komutanlık eden Perikles ise, o kadar şanslı değildi ve vebaya yakalanarak hayatını kaybetti.
Thucydides’in veba salgınıyla ilgili bize naklettikleri oldukça çarpıcıdır. O ana kadar sağlıklı olan kişiler birden başlarında yanma hissediyor, gözleri kanlanıyor ve iltihaplanıyor, ağız içlerinde yaralar ve kanamalar oluyor, solunumları normalin dışında bir hal almaya başlıyordu. Bu semptomları hapşırık ve ses kısıklığı takip ediyordu. Bazı kişilerde uykusuzluk baş gösteriyor, bazılarında ise bilinç kaybı meydana geliyor ve kim olduklarını hatırlayamaz bir hal alıyorlardı. Thukydides, bu hastalığa yakalanan bir kişinin düştüğü durumu anlatmaya kelimelerin yetmeyeceğini ifade eder ve manzarayı şöyle tarif eder:
“Gözleri kızarıp yanıyordu; boğaz ve dillerinde kanama vardı ve nefesleri gayrı tabii, nahoş bir hal almıştı… Öğürme nöbetleri şiddetli kasılmalar yaratıyordu… Etrafta gömülmemiş bir sürü ceset olmasına rağmen normalde insan eti yiyen kuşlar ve hayvanlar ya onlara yaklaşmıyor ya da etin tadına bakacak olurlarsa kendileri de ölüyorlardı”.[2]
Hastalığa yakalanan kişiler yaklaşık bir hafta içinde ölüyorlardı. Bir şekilde vebadan kurtulmayı başaranlar ishale yakalanıyor, ölümlerin bir kısmı da bu ishale bağlı olarak gerçekleşiyordu. Sadece savaşan askerler ve halk değil, hastalığı tedavi etmeye çalışan doktorların ve sağlık görevlilerinin bir kısmı da vebaya yakalanarak ölmüştü. Littman, “salgın ve savaş kombinasyonunun Atinalıların nüfusunu oldukça azalttığını ve tarihlerini değiştirdiğini” ifade etmektedir.[3]
Acaba, veba salgınının fiziksel etkilerinin ötesinde, antik Yunanların tarihlerini değiştiren olgu ne idi? Üç yıl içinde birkaç dalga halinde Atina’yı etkileyen ve nüfusun %25’inin hayatını kaybettiği bu salgının sosyo-kültürel sonuçları ne idi? Bu sorunun cevabını vermek için yazımızın başlığına geri dönmemiz ve o dönemde bu salgın ortamında yaşayan/ya da salgına yakalanan bir antik Yunan insanının dünyasına geri gitmemiz gerekiyor.
Hastalanan Ritüel
Antik Yunan toplumunda, günlük hayat ritüellerle, festivallerle şekillendiriliyordu. Bu ritüeller yazılı bir metinle belirlenmemekteydi. Hatta bunları düzenleyen bir din adamı sınıfı da yoktu. Yunan dininin kendini ifade ettiği bir form olarak ritüel, nesilden nesile sözlü bir geleneğin içinde aktarılarak uygulanmaktaydı.[4]
Ritüeller, antik Yunan’ın kültürel ortamında oldukça önemli bir konumda idi. Pek çok ilkel dinde olduğu gibi, tarımla ilgili, evlilikle, çocuk sahibi olmak ve büyütmekle ilgili, çocukluktan ergenliğe adım atmakla ya da dini bir grubun içinde mertebe kazanmakla ilgili yerleşmiş ritüeller bulunmaktaydı.
İşte, ritüellerle şekillenen bu ortamda salgın fiziksel olarak tüm şiddetiyle toplumu etkilerken, eş zamanlı olarak Yunan toplumunda bir dönüşüm de yaşanmaya başlandı. Bu dönüşüm insanların kendi dinî ritüellerini anlamlandırmalarıyla ilgiliydi. O güne değin Yunan tanrılarının korkusuyla kabul edilip uygulanan ritüeller, -özellikle de ölümle ilgili ritüeller- artık insanlar tarafından umursanmaz olmuştu. Bunun sebebi açıktı: Ölümler o kadar sıradan ve hızlı bir şekilde gerçekleşiyordu ki, insanlar ölülerini yakmak için bir seremoni düzenlemeye vakit bulamıyorlardı. İlk başlarda bir zorunluluk olarak geçiştirilen bu ritüeller bir süre sonra bilinçli bir şekilde umursanmaz oldu.
Salgın, ölü insan bedenine ve bizatihi ölüm olayına hürmeten yapılan ritüellere ölümcül bir darbe indirmişti. Sennett, hastalığın sadece insan bedenlerini değil, ölümle ilgili ritüelleri de etkilemiş olmasını “ritüelin hastalanması” olarak ifade etmektedir. İnsanlar artık başkalarının ölüsünü yakmak için hazırlanan odunlarda kendi ölülerini yakabilmek için yarış halindeydiler. Kimisi de yanmakta olan bir ölünün ateşinin üstüne kendi ölüsünü de bırakıp gidiyordu. Hastalara ve ölülere saygılı davranmaya devam eden bazı insanların hastalık kaptığı da görülünce, işler iyice çığırından çıktı ve o güne kadar toplumda uygulanan ritüeller umursanmaz hale geldi.[5]
Atina’da fizikî bir hastalık olarak insan bedenlerinde başlayan veba, toplumsal planda ritüellerin de hastalanmasına ve giderek eski itibarını kaybetmesine neden olmuştu.
Ritüellerin yaşadığı bu itibar kaybı sadece ölümle ilgili ritüellerle sınırlı kalmadı. Salgının yayılması, insanların beşerî ve ilahî yasalara genel anlamda kayıtsız kalmalarıyla sonuçlandı.[6] Thucydides’in tasvir ettiği tablo şöyledir: Artık hiç kimse, işlediği suçun cezasını görecek ve hatta yargılamasını görecek kadar uzun yaşamıyordu. Bu da insanları keyfiliğe ve kanunları hiçe saymaya yöneltti. Salgın ve savaşla birlikte, şehirde artık hukukî bir kaos ortamı da oluşmuştu.[7]
Sahneden Atılan Yunan Tanrıları
Thucydides’in veba anlatısı, Yunanların dinle ilgili bir hayal kırıklığı yaşadıklarına işaret etmektedir. Adil bir insan ya da dindar bir insan olmanın vebadan ölmekten kurtulmaya yetmediğini gördüklerinde insanlar o güne kadar kendilerini baskısı altında hissettikleri tanrılarını işe yaramaz bulmaya başlamışlardı. Yasalara uymak istememelerinin bir nedeni de buydu.[8] Bu salgından bizzat etkilenen bir kişi olarak Thucydides, toplumun yaşadığı ahlâkî paniğe işaret etmektedir.
Toplumda bir yandan o güne kadar ki inanışların boşa çıkmasından kaynaklanan bir hayal kırıklığı hüküm sürerken, bir yandan da bu salgının bir ilahî gücün gazabıyla oluşup oluşmadığı sorgulanmaktaydı. Thucydides, kendi anlatısında daha çok fiziksel gerçekliğin altını çizerek, tarihi ilahî güçlerin müdahalesine açık bir alan olarak görmemekteydi.[9] Thucydides’in tarih yazım tarzının, tarih sahnesini ilahî güçlerin müdahalesinden kurtarması bakımından yeni bir tarih yazım geleneği başlattığı da düşünülmektedir.[10] [11]
Şimdi ortada cevaplanması gereken bir soru durmaktadır: Yunan tanrılarına karşı saygılı davranan da davranmayan da, insanlara karşı adaletli olan da olmayan da vebadan öldüyse, o güne kadar ortalığı kasıp kavuran onca tanrı nereye gitmişti? Yoksa bu onlar için bir imtihan mıydı? Yaşadıkları süreci bir imtihan olarak algılamadıklarını düşünebiliriz. Zira yaşanan sıkıntıların bir imtihan olarak algılanabilmesi için bir öte dünya fikri olması gerekirdi. Ancak, Antik Yunan’da semavî dinlerdekine benzer bir ahiret fikri yoktur. Bu durumda onlarda, semavî dinlerde var olan, öldükten sonra semeresi alınabilecek bir imtihan fikrine de rastlamak mümkün değildir. O halde, tüm bunlar yine tanrıların bir oyunu ya da gazabı mıydı? İşte, veba neticesinde Yunanların sadece nüfuslarının değil, tarihlerinin de değişmesine yol açan unsur, bu sorulara verdikleri cevaplarda aranmalıdır.
Kurulu Düşünce ve İdeolojiyi Değiştiren Salgın
Yazımızın başında veba salgınının kronolojik olarak hangi döneme tekabül ettiğini zikretmiştik. Şimdi bu kronolojiyi yazımızın geldiği nokta ile birlikte düşünebiliriz:
Veba salgınının o güne değin saygıyla uygulanan ritüellerde de bir hastalığa neden olduğunu, insanların artık bu ritüelleri uygulamak istemediğini ve umursamadığını ifade etmiştik. Toplumda yaşanan ahlâkî panik ve o güne kadarki inanışları konusunda içine düştükleri hayal kırıklığı, Sokrates ve Platon’un felsefî soruşturmalarının yayılmaya başladığı dönemle eş zamanlı gerçekleşmiştir. O yıllara kadar hayatı mitlerle anlamaya çalışan, ritüellerle, festivallerle yaşamı şekillendiren Yunan zihni, elbette ki kendini birden bire felsefenin pür rasyonalitesinin içinde bulmadı. Geleneksel tanrılar ve onlara ibadet etme şekilleri toplumda felsefe ile birlikte uzun yıllar hatta yüzyıllar boyunca alternatif paradigmalar olarak birlikte yer almaya devam etti.
Fakat bir süre sonra; toplumsal olayların, insanların bu ritüellere ve tanrılara olan güvenlerini sarsmaya başladıkları dönemde, felsefenin akla hitap eden sesi insanların daha çok dikkatlerini çekmeye başladı ve Yunan tanrıları yavaş yavaş sahneden çekilmeye başladılar. Platon’un metinlerinde dahi geleneksel tanrılara dair oldukça yoğun anlatıların olduğunu düşünürsek, bu sahneden çekilişin çok uzun sürdüğünü görebiliriz. Bununla birlikte Atina vebasının, insanların duygu ve düşünce dünyasında sarsıcı izler bıraktığını, bir yandan geleneksel tapınma biçimlerinin sonunu hazırlarken bir yandan da felsefî düşünüşe alan açtığını fark etmek de zor değildir.
Atina vebasının Yunan şehirlerinde meydana getirdiği dönüşüme kısaca temas ettikten sonra, o günün insanının karşı karşıya kaldığı meydan okumaların bir benzerini bugün yaşadığımızı söylemek mümkündür. Elbette zaman ve zemin farklarını dikkate alarak bir karşılaştırma veya yorumlama yapmak gerekir.
Bugün de hem kurulu düşünce ve ideolojiler hem de ritüellerle bezenmiş dindarlık bir tehditle karşı karşıya. Bilim ve teknolojinin her şeye hâkim olduğu fikriyle, onu dengeleyen ritüelsel dindarlığın uzlaştığı gündelik hayat rutinleri gerçekleştirilemiyor. Bunun insanların hayatı anlama ve anlamlandırmalarında önemli sorgulamalara yol açacağını söyleyebiliriz.
Müslüman dünyada dini hayatın ritüelsel pratikleri uzunca bir süredir “tatil” edilmiş durumda. Kabe tarihinde ilk defa bu kadar uzun süreli olarak kapatıldı; son zamanlarda özellikle üst-orta sınıflar için önemli bir dini ritüele dönüşen umre gerçekleştirilemiyor. Bu sene haccın da olmayacağı tahmin ediliyor. Ülkemizde cuma namazları kılınamıyor ve camiler cemaatle namaza uzun süredir kapalı durumda. Ayrıca bir toplu ritüeller ayı olan Ramazan’da mukabele, teravih gibi ibadetler gerçekleştirilemiyor. Bir süredir ülkemizde Ramazan’a özgü ritüellere dönüşen toplu iftarlar ve sahurlar yapılmadığı gibi, aileler de bir araya gelemiyor. Sosyal medya ve film endüstrisi bunların oluşturduğu boşluğu doldurmaya başladı bile.
Dini ritüeller uzun köklere sahip oldukları gibi kendilerini dönüştürme imkanlarına da sahiptirler. Çoğu kez ortadan kalkmazlar dönüşüm geçirirler. Ancak alttan alta gelişen değişimler uzun vadede çok dönüştürücü etkiler oluşturabilir. Korona sonrasında, kısa vadede belki de tam tersine, –bir yoksun bırakılmışlık ve engellenmişlik duygusunun da eşliğinde– kutsal mekânlara karşı bir ilgi artışı da gözlemlenebilir. Ama uzun vadede değişecekleri belki de gençlerin yöneliminden takip etmek mümkündür. Yaşadıklarımız ritüel dindarlığının sorgulanmasına ve aklî bir dindarlığın öne çıkmasına yol açabilir. Dinin insan hayatını düzenleyen değerlerine daha fazla ihtiyaç ortaya çıktığı bir dönemde dinin değer ve anlam dünyasına dair sistematik düşüncelerin öne çıkması beklenir.
Öte yandan içinden geçmekte olduğumuz bu kriz tekniğe, bilime ve tıbba karşı bir süredir gelişen koşulsuz inancı sarsıyor. Özellikle Batılı ülkelerde görülen yaşlı insanların sahipsizliği, çökmüş gündelik yaşam görüntüleri uzunca bir süredir insana bir garanti yanılsaması veren düzenliliğin sarsılmasına yol açtı. Bu sorgulamanın kurulu düzenin liberal ideolojisini sarsacağını da hiç şüphesiz görebiliriz.
Antik Yunan’da yaşanan veba salgını, toplumda ritüellerden uzaklaşılan ve aklın sesine daha çok kulak verilen bir döneme kapı aralamıştı. Bugün ise, yine kutsal üzerinden bir dönüşüm yaşanması ve fakat bu dönüşümün, kutsalın terkedilmesi değil, kutsallık atfedilen değerler skalasının dönüşmesi şeklinde gerçekleşebileceğini bekleyebiliriz.
Salgına karşı alınan tüm önlemlerin bilimsellik gereği alındığı, dinî ya da seküler her türlü uygulamanın bilimsel kriterlere göre yapıldığı bir ortamda din ile bilim arasındaki ilişki bundan sonraki dönemde yeniden şekillenecektir. Korona sonrası süreçte, genel olarak bilimsel bilgi, özel olarak da modern tıp bilimi, kutsal bir şemsiye altında kendine yeniden yer bulacaktır. Tıp biliminin bir süredir geleneksel uygulamalar karşısında kaybettiği itibarını yeniden kazanmasına kapı aralayacak bu kutsiyet atfı, gelenekteki hekim ve hakîm ilişkisini yeniden tesis edebilecek mi? Bunu da zaman gösterecek.
[1] Thukydides, History of the Peloponnesian War, translated by Rex Warner with an introduction and notes by M. I. Finley, Penguin Books. 1974.
[2] Thucydides’ten naklen Richard Sennett, Ten ve Taş, çev. Tuncay Birkan, 4. Basım, İstanbul: Metis Yay., 2011, s. 71.
[3] Robert J. Littman, ”The Plague of Athens: Epidemiology and Paleopathology”, Mount Sınai Journal of Medicine, 76: 2009, s. 458.
[4] W. Burkert, Greek Religion, Boston: Harward University Press, 1985, s. 8.
[5] Richard Sennett, Ten ve Taş, çev. Tuncay Birkan, 4. Basım, İstanbul: Metis Yay., 2011, s. 71.
[6] Christine A. Smith, “Plague in the Ancient World, A Study from Thucydides to Justinian”, http://people.loyno.edu/~history/journal/1996-7/Smith.html Erişim tarihi: 4 Mayıs 2020.
[7] Thucydides, a.g.e., II. 53.
[8] Christiane Sourvinou-Inwood, Tragedy and Athenian Religion, Lexington Books, 2003, s. 349.
[9] Smith, a.g.m.
[10] Smith, a.g.m.
[11] Antik Yunan’ın dinî ve kültürel ikliminde hayat, tanrılarının müdahalesine oldukça açık bir alandı. Bir savaş olduğunda o savaşa müdahale eden, savaşan, savaşı kazandığına ya da kaybettiğine inanılan tanrılar söz konusuydu. Homeros’un İlyada’sı bu olgunun örnekleriyle doludur. Bu sebeple Thucydides’in yaklaşımı oldukça yeni sayılabilir. Thucydides her ne kadar insanların Yunan tanrılarına ve ritüellerine karşı bir güvensizlik ve hayal kırıklığı yaşadıklarını ifade etse de dinî yaşamın bu salgından hiç etkilenmediğini, insanların dinleriyle ilgili algılarının ya hiç zayıflamadığını zayıflamış olsa bile kısa süre içinde yeniden kuvvetlendiğini düşünen yazarlar da vardır.