Gelir Eşitsizliği Psikolojik Problemlere Kaynaklık Ediyor
25 Ekim 2019
Latif Karagöz
Yazar"Gelir eşitsizliği bireysel psikopatolojilerin ötesine geçerek toplumsal travmaları ortaya çıkarıyor. Özellikle güven problemi ve kronik statü kaygısı olarak kendini gösteren bu travmalar gelir eşitsizliğinin daha fazla hissedildiği toplumlarda toplumsal dokuyu tahrip ediyor."
Psikolojik bozukluklara dair çalışmalarda bu problemlerin kişilerin bireysel tecrübeleri ya da en fazla ailevi geçmiş ve ilişkileri çerçevesinde yorumlanıp çözümlenme temayülü baskındır. Psikopatolojinin tedavisi söz konusu olduğunda da benzer şekilde yine bireyin patolojiyi ortaya çıkaran tecrübesi esas alınır. Bu döngüsellik kişilerin mensubu oldukları sosyal sınıfların, etnik kimliklerinin ya da içinde bulundukları ekonomik koşulların, patolojinin tahlilinde en fazla demografik değişkenler olarak “ihtiyaç duyulduğunda” analize dahil edilebilecek unsurlar olarak ele alınmasına neden olmaktadır.
Peki, gerçekten de söz konusu yapısal unsurların kişilerin ruh sağlıkları üzerindeki etkisi bu kadar yüzeysel mi?
Robert.R.Raymond truthought.org için kaleme aldığı Extreme Inequality is Driving Anxiety and Depression in the US (Aşırı Eşitsizlik ABD'de Anksiyete ve Depresyonu Tetikliyor) başlıklı yazısında meselenin hiç de böyle olmadığını göstermeye çalışmaktadır. Raymond, özellikle Amerikan toplumu özelinde yapılmış araştırmalardan veriler sunarak gelir eşitsizliği başta olmak üzere muhtelif toplumsal eşitsizlik biçimlerinin psikopatolojinin ortaya çıkmasında doğrudan etkisi olduğunu iddia ediyor. Yazarın söz konusu araştırma bulgularından hareketle ileri sürdüğü temel argümanı gelir eşitsizliğinin psikopatoloji başta olmak üzere pek çok sağlık sorununu ortaya çıkardığıdır. Raymond böylece zihin sağlığını etkileyen faktörleri kişisel ve genetik etkenlerin ötesine geçirerek sosyo-politik ve ekonomik unsurları da dahil eden bir açıklama yapmaya çalışmaktadır. Bu aynı zamanda gelir eşitsizliği başta olmak üzere diğer toplumsal / yapısal problemlerin de politik-ekonomik makro ölçeğin dışında bireylerin ruh sağlıklarına tesirleri bakımından ele alınması anlamına gelmektedir.
Raymond’a göre anksiyete ve depresyon Amerikan toplumu başta olmak üzere eşitsizliğin had safhada olduğu ülkelerde görülen psikolojik rahatsızlıkların başında gelmektedir. Yazarın farklı araştırma bulgularından hareketle aktardığına göre eşitsizliğin yol açtığı problemler bunlarla sınırlı kalmamakta kişilik bozukluklarından şizofreniye kadar geniş bir psikopatoloji örüntüsü ortaya çıkmaktadır.
Söz konusu patolojilerle gelir eşitsizliği arasında her zaman doğrudan bir neden sonuç ilişkisi kurmak güç görünse de toplumsal yapının farklı katmanlarının ve ilişki örüntülerinin de araya girmesiyle gelir eşitsizliğinden patolojiye giden süreç daha net bir şekilde açığa çıkmaktadır. Zira özellikle gelir eşitsizliğinin ileri düzeyde olduğu ya da gelir eşitsizliğinin giderek artmaya başladığı toplumlarda nitelikli eğitim ve sağlık hizmetlerinden istifade etme, yerleşim yeri/konut tercihi ve sosyal ilişki biçimlerindeki farklılaşmalar ekonomik statüye bağlı olarak kurgulanmaktadır. Böyle bir ayrışma da ayrımcılık, ötekileştirme gibi ekonomik statü itibarıyla daha alt katmanlarda olanların aleyhine işleyen bir süreci tetiklemektedir.
Raymond, insanlar baskılandıklarında, küçük düşürüldüklerinde ya da kendilerini sürekli olarak önemsiz hissettikleri bir sosyal yapı içinde bulunduklarında psikososyal problemlerin ortaya çıkmasının kaçınılmaz hale geldiğini aktarmaktadır. Zira insanlar ayrımcılığa maruz kaldıkları durumlarda özgüven yitimine uğramak suretiyle yaşamın amacına ve mensubu oldukları topluma aidiyetlerine dair ciddi travmalar yaşamaktadırlar. Gelir eşitsizliğinin, sonucu önemli psikopatolojilere varan bir süreci tetiklemesi aslında toplumsal gruplar arasındaki ilişkinin niteliğine dair ciddi ipuçları vermektedir. Psikopatolojik çalışmalarındaki genel temayül herhangi bir patolojinin daha özsel (kişilik özellikleri, tutumlar, vb) unsurlara atıfla açıklanmasına yönelik olsa da Raymond’un sunduğu verilerden de anlaşılacağı üzere problemin önemli bir kısmı toplumsal ilişkilerin belli grupların lehine belli grupların aleyhine olacak şekilde kurgulanmasından kaynaklandığı açıktır.
Raymond’un bu bağlamdaki önemli argümanlarından bir diğeri de gelir eşitsizliğin bireysel psikopatolojilerin ötesine geçerek toplumsal travmaları ortaya çıkarmasıdır. Ona göre özellikle güven problemi ve kronik statü kaygısı olarak kendini gösteren bu travmalar gelir eşitsizliğinin daha fazla hissedildiği toplumlarda toplumsal dokuyu tahrip etmektedir. Bu tahribatın en önemli göstergesi ise gelir eşitsizliğin sadece toplumun alt tabakalarındaki insanlar için değil üst tabakalardakiler için de psikolojik problemlere yol açmasıdır. Zira özellikle gelir eşitsizliğine dayalı bir toplumsal tabakalaşmada maddi başarıya göre yargılanma beklentisi ve gerilimi toplumun her kesimi için kronikleşmeye başlayan bir statü kaygısı üretmektedir. Dolayısıyla konum elde etme beklentisi ve çabasıyla mevcut konumunu koruma arasındaki gerilim ve mücadele bireysel problemlerin ötesinde kitlesel problemler yaratmaktadır. Raymond gazeteci Johann Hari’nin Lost Connections: Uncovering the Real Causes of Depression — and the Unexpected Solutions (Kopuk Bağlantılar: Depresyonun Gerçek Nedenlerini ve Beklenmedik Çözümlerini Keşfetmek) isimli eserine atıfla bu problemlerin en önemlilerinden birisinin toplumsal tehdit algısı olduğunu ifade etmektedir.
Toplumsal tehdit algısıyla birlikte Reymond’un üzerinden durduğu bir diğer önemli toplumsal problem toplumda güven duygusunun yitimidir. Kronikleşmiş statü kaygısının ortaya çıkardığını tehdit algısının kişilerarası ilişkilerde güven duygusunu tahrip etmesi kaçınılmaz bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Raymond’un sosyal epidemiyolog Richard Wilkinson’un yaptığı araştırma bulgularından aktararak sunduğu veriler gelir eşitisizliği ile toplumsa güven duygusu arasındaki sıkı ilişkiyi göstermesi açısından oldukça manidar. Bu bulgulara göre gelir eşitsizliğinin daha çok olduğu Amerikan eyaletlerinde ya da Avrupa ülkelerinde nüfusun yalnızda %15 ya da %20’sinin başkalarına güvenebileceğini düşünüyorken, bu oran gelir eşitsizliğin daha az olduğu toplumlarda %65’lere kadar çıkabilmektedir. Bu bulgulardan hareketle ilgili toplumlara dair büyük genellemeler yapmanın makul olmadığı açık olsa da güven duygusu oranları arasındaki farkın bu denli büyük olması toplumsal dokunun tahribatı ve toplum ruh sağlığının çözülmesi açısından oldukça düşündürücü mahiyettedir.
Daha çok Amerikan toplumunu esas alan bu bulgulardan hareketle diğer toplumlara dair genellemeler yapmanın uygun olmadığı aşikardır. Fakat söz konusu verilerden ve analizlerden hareketle küresel kapitalizmin kültürel ve iktisadi dayatmalarına muhatap olan her toplum için bahsi geçen problemlerin kaynaklarına dair daha geniş ölçekli sorgulamalara ihtiyaç olduğu açıktır. Raymond da yazısında söz konusu problemlerin kaynağındaki iki felsefî probleme işaret ederek meselenin evrensel doğasına işaret etmektedir. İlk olarak yine Johann Hari’ye referansla neoliberal dünyanın doğası gereği insanları tüketicilere indirgediği, hayatın her alanının birer pazara dönüştüğü ve sonuçta birbirimizden ve toplumdan bağımızın kopmasıyla kişisel ve toplumsal patolojilerin ortaya çıktığını ifade etmektedir. Diğer yandan Raymond neoliberal dünya görüşünün de temelini teşkil eden “homo economicus” öğretisinin telkin ettiği rekabet ve bencilliği esas alan insan doğası yaklaşımının bahsi geçen problemlerin felsefi dayanağı ve müsebbibi olarak değerlendirmektedir. Raymond özellikle kaygı ve depresyon oranlarını düşürmenin gelir eşitsizliğini azaltmaya, toplum yaşamını güçlendirmeye ve bağlantıyı artıran ve insanları bir araya getiren bir toplum ve ekonomik sistem inşa etmeye bağlı olduğunu vurgulayarak yazısını sonlandırmaktadır.
Raymond’un sunduğu araştırma bulgularının ve analizlerin diğer toplumlar için temsil ediciliğine ve genellenebilirliğine ihtiyatla yaklaşmakla birlikte meselenin Türkiye’ye bakan tarafının da irdelenmesi elzem görünmektedir. Her ne kadar elimizde yazarın söz konusu mesele etrafında özellikle Amerikan toplumunu tasvir ettiği şekilde bulgular olmasa da ve biz bahsi geçen problemlerle zahiren de olsa Amerika ölçeğindeki gibi yüzleşmesek de bu mesele bağlamında gelir eşitsizliğinden kaynaklanan ve kronikleşmeye başlayan problemlerle daha derinden yüzleştiğimiz de aşikâr. Örneğin, konumuz bağlamında bu durumun en anlamlı göstergesi Türkiye’de psikoterapi hizmetlerinin kamu hastanelerinde ya da belediyeler bünyesinde çeşitli sebeplerden dolayı kısıtlı düzeyde verilmesi ve psikoterapinin halen daha toplumun büyük bir kesimi için gelir düzeylerine oranla “lüks” bir sağlık hizmeti olmasıdır. Bu durumda, psikolojik problemleri olan alt gelir grubundaki insanların ilaç tedavisi dışında bir alternatifleri kalmamakta, psikoterapi ile amaçlanan uzun vadeli ve kalıcı bir düzelmeye yönelik tedavi alma imkanları çok kısıtlı hale gelmektedir. Terapi hizmetine erişimin bile ekonomik sermayeyi esas alarak kurgulanıp kurumsallaştığı bir ortamda psikolojik problemleri yalnızca birey odaklı anlamlandırıp çözümlemeye ve tedavi etmeye çalışmak kişisel ve toplumsal ruh sağlığı açısından kalıcı ve sürdürülebilir çözümler üretilmesini temin edemeyecektir. Sonuç olarak toplumda doğrudan ya da dolaylı olarak gelir eşitsizliğine bağlı olarak ortaya çıkan bahsi geçen problemlerin çözümü için adil gelir dağılımının merkezde olduğu büyük ölçekli ve bütüncül toplum politikalarının tesis edilmesi elzem görünmektedir.