Kasiyerleri Neden Alkışlamayız?
10 Nisan 2020
Elyesa Koytak
YazarBu sorunun biri kısa, diğeri uzun iki cevabı var. Kısa olan şu: Çünkü kasiyerler hayat kurtarmaz. Nefesimiz daraldığında, ateşimiz çıktığında, virüs şüphesiyle kasiyere koşmayız. Hastanenin acil servisine gideriz. Bu kısa cevaba herkes katılacaktır. Ancak sosyoloji herkesin katıldığı kanaatlerin altında gizli kalan gerçeği açığa çıkarmak için yapılan bir kazı çalışmasına benzer. Bu yüzden uzun cevap gerekir.
Kasiyer ne yapar? Bütün gün yüzeylerin arasında mekik dokur. Kaşar peynirin ambalajıyla kasanın tuşları arasında, müşterinin uzattığı kredi kartıyla poşetler arasında gidip gelir. Bugünlerde müşteri olarak hepimiz alışveriş yaparken para üstü, alışveriş arabası, raf ve reyon gibi kasiyerden de sakınmaya çalışıyoruz. Ancak kasiyer de bizden sakınıyor. “Virüsle mücadelede en ön cephede mücadele eden” hekimler kadar kasiyerler de iki dakikada bir virüs ihtimaliyle burun buruna geliyor.
Burada kasiyer derken nakliyeciler, kargo dağıtım işçileri, apartman görevlileri, temizlik görevlileri, şoförler, bulaşıkçılar, ütücüler gibi birçok mesleği de hesaba katıyorum. Sosyal bilimlerde, ekonomik göstergelerde ve resmi verilerde genellikle “düşük vasıflı” veya “vasıfsız” olarak tanımlanan bu işlerde çalışanlar öteden beri en düşük ücretleri ve en zorlu çalışma şartlarını tecrübe ediyor. İkame edilebilir, kolayca değiştirilebilir bir emek gücünden bahsediyoruz.
Peki tam olarak kimler? Bunun için veriye bakmak gerekiyor. Türkiye’de son kırk yılda hızla artan ücretli çalışan oranı 2000 yılında %48,6 iken 2019 itibarıyla %69,03’e vardı. Bu, çalışan 10 kişiden 7’sinin ücrete tabi olduğu anlamına geliyor. Ücretlileşmeye daha yakından baktığımızda belli meslek gruplarının payının hızla arttığını görüyoruz. 2001-2019 arasında hizmet ve satış elemanlarının oranı %8,96’dan %20,15’e yükseldi. Benzer şekilde, vasıfsız işlerde çalışanların oranı da %8,53’ten %14,09’a yükseldi. Tarımda çalışanların payı azaldı, bilhassa genç nüfus kentleşmenin de etkisiyle düşük ücretli işlerde çalışmaya başladı. Dolayısıyla maaşı rutin giderlerine ancak yeten ve tasarruf yapamayan geniş bir kitle oluştu ve büyümeye devam ediyor. Bugünlerde asgari toplumsal hayatın devamını sağlayan da onlar.
Sunar, L., (2020). Türkiye’de çalışma yaşamı ve meslekler, İstanbul: İTO. (Yayın sürecinde araştırma raporu)
Doktorlar ve Diğerleri
Meseleye dönelim. Kasiyerleri değil doktorları alkışlıyoruz çünkü doktorluk, mesleki tekelleşme sürecini en erken tamamlamış mesleklerden biri, belki de birincisi. Doktorluk mesleğinin kendine mahsus mevzuatı, fakülte yapılanması, kariyer seyri, imtihan ve terfi sistemi, kendine mahsus jargon, adet ve yatkınlıklardan müteşekkil kapalı bir kültürü mevcut. Tıp fakültesine yeni giren gençlerin nasıl doktora dönüştükleri üzerine Howard Becker ve ekibinin 60 yıl önceki araştırmasından itibaren sosyolojinin başlıca ilgilerinden birini toplumsal bir olgu olarak tıp dünyası oluşturuyor.
Elbette her ülkede doktorların durumu farklı ancak Türkiye’de hala Weberci anlamda güçlü bir statü grubu; dışlayıcı bir yetki ve yetkinliğe sahip bir zümre olmalarına zeval veren bir gelişme yok. Her sene 6 binden fazla mezun veren tıp fakülteleri, yüzyüze öğretimde en çok mezun veren beşinci lisans programını oluştursa da bu bir istihdam sorunu yaratmıyor; tıp mezunları hem ortalama ücret hem kamuda işe yerleşmede birinci sırada geliyor. Üniversite tercihlerinde tıp öteden beri sayısal tercihler arasında en yukarıda. Sosyologlar tarafından yapılan mesleki itibar araştırmalarında da doktorluk hem Amerika’da hem bizde her zaman birinci sırada çıkıyor.
Bütün bunlar uzun uzadıya ele alınmayı hak etse de sonuçta doktorluğun duvarları yüksek, muhkem, muteber ve otoriter bir meslek olmasını sağlıyor. Bu yasal-kurumsal yapının bir de günlük hayatta sıkça tekrar edilen veçhesi var. “Şikayetiniz neydi?” sorusu ile başlayıp “ilaç yazıyorum” veya “yatışınızı yapacaklar” ile biten her etkileşim, tıbbın toplumla kurduğu asimetrik bilgi ilişkisini ve ezoterik işleyişinin temsili gücünü hem icracılarının hem hizmet alan vatandaşın nezdinde yeniden üretiyor. Tek tek doktorların şahsi gülümserliğinden veya hasta yakınlarının şiddete meyyalinden bağımsız, yapısal bir asimetriden bahsediyoruz.
Bununla birlikte salgın tıbbın iç dünyası meydana çıkıyor. Televizyonlarda hiç olmadığı kadar tıp profesörleri görüyoruz. Epidemiyoloji, viroloji, mikrobiyoloji, halk sağlığı gibi dalların olduğunu fark ediyoruz; bu uzmanlıkların ürettiği her yeni bilgi, ilk yayınlandığı makale sayfasında ne kadar ezoterik dursa da anında medya tarafından pratik bir dile tercüme edilerek manşete taşınıyor. Belki de en önemlisi, birçok doktor video çekerek veya tweet atarak mesleğin kurumsal duvarlarını aşacak şekilde virüsle ilgili söz alıyor, tavsiyede bulunuyor. Böylece normalde tıp fakültelerinde, kongrelerde, hakemli dergilerde ve laboratuvarlarda sadece uzmanların konuştuğu ne varsa bütün ülkenin akşam muhabbetine taşınıyor. Kovid dışında rahatsızlığı olup hastaneye gitmekten çekinenlere birçok doktorun sosyal medyadan görüş bildirmeye başlaması ilginç bir teletıp örneği mesela.
Modern tıp, ilk defa bu kadar yoğun ve kesintisiz şekilde şeffaflaşıyor. Bu hemen her ülkede böyle olsa da Türkiye’de Sağlık Bakanı’nın başından beri açık ve dostane tavrının ve Bilim Kurulu’ndaki tabiplerin etkili şekilde medyada söz almasının payı büyük. Bu kamusallaşma, tıp için tarihi bir fırsat. Tıp gerçekten de virüsle mücadelenin ön cephelerinden biri olması sayesinde, hem diğer bilimlerle hem de kamuyla daha katılımcı, paylaşımcı ve eşit ilişkiler kurma yolunda çok değerli bir tecrübeden geçiyor.
Salgından Etkilenme ve Bahsetme Eşitliği
İşini sorumlulukla yapan, vatandaşı için ailesini bir süre görmemeyi göze alan her doktor büyük bir teşekkürü hak eder. Nitekim birçok ülkede doktorlar alkışlanıyor. Ancak hastanelerde görev yapan teknisyenden temizlik görevlisine herkese yönelik şükranın tek tük örneklerle sınırlı kalmaması gerekir.
Daha önemlisi, bilhassa vasıfsız denen işlerde çalışmak dışında bir şansı olmayan vatandaşların ve sığınmacıların çalışma şartları, ücretler ve haklar konusunda elinin güçlendirilmesidir. Sağlık kadar gıda, güvenlik, ulaşım, altyapı gibi sektörlerde olup da evden çalışamayan herkes bu sürecin ön cephesindeki kırılgan hattı oluşturuyor.
Burada artık sadece tıbbi olmayan bir kırılganlıktan bahsediyoruz. Çalışmak zorunda olduğu için evdeki çocuğuna bakım sağlayamayan, hastalanmaktan çok işini kaybetme korkusuyla virüsten çekinen, tek seferde çok sayıda gıda ve temizlik ürünü stoklayamayan, yaşlı anne ve babasını izole edecek bir odası olmayan insanların sosyal kırılganlığı. Fakat bu, hayatın asgari devamını sağlayan işlerden başlayıp, tam da bu nedenle bütün toplumu kapsayan bir kırılganlık.
Bu noktada, evden çalışma veya evde tam tahıllı ekşi mayalı ekmek yapma gibi hal ve hareketlerin toplumun geneli için mümkün ve keyifli şeylermiş gibi yaygınlaşması da hangi toplumsal sınıfın gözlüğüyle bakmaya alıştığımızı ele veriyor. Toplumsal hayattan bahsederken çoğunlukla ve bilinçsizce, evde kalırken hayatta kalma mücadelesi vermesi gerekmeyen orta ve üst-orta sınıfların; düzenli geliri sayesinde her türlü tüketim ürününe rahat erişimi olanların sözlüğüyle konuşuyoruz. Çünkü toplumsal hayat hakkında en yaygın temsil, imaj ve kanaatleri üretenler medya, iş ve siyaset dünyalarında hakim konumlarda olan üst-orta sınıftan kişiler oluyor.
Kasiyerlerin, gündelikçilerin veya son ütücülerin, mikrofon uzatılan bir halk sağlığı uzmanı veya sosyal medyadan paylaşım yapan bir yoğun bakım uzmanı gibi salgın ve karantinayla birlikte hayatında neyin değiştiğini anlattığını göremiyoruz. Sıklıkla sokaktaki insan olarak bahsedilen bu dar gelirli geniş kitlelerin yaşadıkları hayat hakkında sadece sokak röportajlarında söz almasına alışığız. Kasiyerler gibi yaşlıların, liselilerin, günlük veya haftalık çalışan işçilerin salgınla nasıl mücadele ettiğini bilmek bütün toplum için hayati bir mesele.
Virüs tam da, normal denilen zamanlarda çalışma hayatının köklerine yerleşmiş olan ayrımları daha keskin hale getirdiği için tıbbi olduğu kadar sosyal bir sorun. Virüs geçici ortak düşmanımız olabilir ama esas ortak düşman, salgın durumunda toplumun büyük bir kesimini “mücadelenin ön cephesinde” işsizlik, geçim darlığı ve haysiyet kaybı ihtimaliyle baş başa bırakan eşitsizlikler.
Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı’nın her haneye ücretsiz maske gönderilmesi kararı, Sağlık Bakanlığı’nın tedbirleri, meslek liselerinin üretkenliği, maske üretip vatandaşa dağıtan Suriyeli tekstil çalışanları gibi birçok resmi ve sivil girişim sayesinde virüsle mücadelenin tıbbi cephesinde ihtiyaç duyulan temel koruyucu teçhizat konusunda sıkıntı yaşanacak gibi görünmüyor. Ancak aynı mücadelenin toplumsal cephesinde de kolektif bir gayrete ihtiyaç var. Salgının ekonomik sonuçlarından kötü etkilenecek olan dar gelirli hanelere, “vasıfsız” denen işlerde güvencesiz çalışanlara, kayıt dışı çalışan vatandaşlarına ve sığınmacılarına sahip çıktığı oranda daha güçlü bir sosyal bağışıklık sistemiyle yoluna devam edecektir.