Pandemi Gözlemleri: İnsan-Merkezci Bilginin Sınırları

Pandemi Gözlemleri: İnsan-Merkezci Bilginin Sınırları

Pandemi Gözlemleri: İnsan-Merkezci Bilginin Sınırları

10 Mayıs 2020

Koronavirüsle gelen sosyal, ekonomik ve siyasi yüzleşme alanlarından biri de, meşru bilgi yapıları ve sosyal yapılarımızın bilişsel organizasyonuyla ilgili. Modern sosyal bilimlerin, araştırma nesnelerini hassas bir biçimde doğal dünyadan ayrıştırarak kurduğu çerçeveye yönelik 1970’lerden beri aşama aşama oluşan büyük teorik muhalefete yeni ve büyük bir halka ekleniyor. Benzer bir durum doğa bilimleri için de geçerli. On yıllardır sosyal bilimler ile doğa bilimleri arasında köprüler kurmayı ve daha fazla diyaloğu talep eden çağrı ve itirazların ne anlama geldiğini idrak ettiğimiz bir başka krizle iç içeyiz. Pandemi süreci ve sonrasında nasıl bir bilgi eyleminin bu tür krizler için uygun olduğuna dair tartışmanın en fazla meşgul olacağı alanlardan birinin epistemolojik çerçevelerin yenilenmesi olacağını düşünüyorum. Bu konuları biraz daha açmak isterim.

Çevresel bilimlerin kökenleri Linneaus gibi tutkulu düşünürlerin zamanına kadar gidiyor olsa da, ekolojik perspektifin tam anlamıyla doğuşu 19. yüzyılın ikinci yarısına kayıtlanır. Bu dönem aynı zamanda bilimler ailesi içinde ‘sosyal’ olanın da doğuş zamanlarıdır. Hümanist geleneklerden koparak ve doğalcı düşünceleri referans alarak kendi alanını tanımlayan sosyal bilimler (pozitivizm vd.) ile biyoloji içinde gelişen ekolojik perspektifler (insan ekolojisi de dahil) neredeyse eş zamanlı ortaya çıktı. Sonraki dönemler boyunca doğa-toplum karşıtlığının egemen hale geldiği ve iki dünya arasındaki süreklilikleri önceleyen ekollerin önemli ölçüde marjinal kaldığı söylenebilir.

Bunun bir nedeni doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasındaki C. P. Snow’un ‘iki kültür’ diye adlanadırdığı durumun bilimlerin daha kuruluş zamanlarından itibaren güçlü olmasıydı. Bir diğer neden, doğrudan modernliğin içsel kuvvetlerinin (endüstriyel hareket, kentleşme, savaş gibi) dayandığı yapıların (devlet, piyasa, toplum) talep ettikleri işlevsel olarak ayrışmış bilişsel çerçevelerdi.[1] Bu işlevsel ayrışmanın büyük tarihsel sonuçları oldu. Bilgi organizasyonunun yeniden düzenlenmesi çabalarının (çok disiplinli, disiplinlerarası vd.), 20. yüzyılda kurumsallaşan güçlü disiplin ve bölüm yapılarını henüz tam anlamıyla yerinden oynatabildiğini söylemek zor. Gerard Delanty’nin de işaret ettiği üzere, Kantçı çerçevenin özenle tanımladığı gibi üniversite ve disiplinler meşru bilgi sahalarını meşru aktör olarak iskan ederken, kendinde kurumsallaştığı haliyle kamusal aklı depolitize etti. Başlangıçta doğa bilimleri sahasında, sonrasında ise diğer alanlarda özerk bilgi inşası için gerekli imtiyazın sağlanabilmesi, ancak devletlerin talep ettiği bilişsel gereksinimlerin sağlanmasıyla mümkün oldu. Buna 1960’lardan sonra piyasa güçlerinin talepleri de eklendi.[2] Bunları tamamlayan üçüncü ve bir diğer bilişsel bağlam ise modern hukuk ve adalet düşüncesinin tabiat ve çevre haklarını tümüyle belirsiz bir konumda bırakan insan merkezli ve hümanistik doğasıydı.[3] Modernliğin meşru bilgi sahalarının doğa-toplum ayrılığı/karşıtlığına, insan merkezciliğe ve doğa haklarını dışlayan hukuksal normlara gömülü dünyası, bilişsel organizasyonumuzun temellerini oluşturdu.

Doğa ve İnsan Hakları

Modern bilimlerin sağladığı bilişsel çerçeveler, olabilecek en geniş kapsamda toplumsal yaşamı biçimlendiren uygulamalara dönüştükçe (makineleşme, pestisit kullanımları, enerji tedariki, ilaç yapmı vs.), bilimsel disiplinlerin kendi iç kurallarının kapalı devre sistemlerine gömülü bakış açıları II. Dünya Savaşı sonrasının paradoksal koşullarında çatırdamaya başladı. Üniversitelerde kurumsallaştığı haliyle depolitize edilmiş kamusal akıl biçimlerine yönelik büyük bir eleştiri sağanağı da başladı.[4] Aynı dönemlerde kapitalist ve sosyalist bloklarda ileri bir uygarlık inşa etmeye yönelmiş birçok yüksek modernist projenin toplumsal mühendislik hesapları da büyük felaketlerle sonuçlandı.

Bu resme bakınca, 1930 ve 40’larda yeni bir etik ve hukuk çağrısı yapan Aldo Leopold’un öncü araştırmalarındaki ‘köle statüsüne hapsedilmiş doğa hakları’ konusundaki incelemeleri, bugün sorunların kökenine doğru düşünsel yolculuklarımızda bir deniz feneri gibi durmaktadır. Halen uzmanlık dilleri karşıt kutuplar halinde yapılanmış doğa bilimleri, sosyal bilimler ve hukuk alanlarının ortak konuşma zeminleri bulma zorluğu bu bağlam içinde çok şey anlatır. Leopold, M. Serres ve Foucault gibi düşünürlerin modernlik arkeolojileri halen güncelliğini koruyor. Modern hukuk ve modern bilimlerin doğa hakları konusunu yüksek uygarlık idealleri adına sistematik şekilde epistemolojik açıdan belirsiz bir konumda tutmalarının sonuçları da bu bağlam içinde anlamlandırılmayı bekliyor.

Çevre hareketlerinin 1960’lardan sonraki atılımı tüm bu kurgusal ayrımlara büyük bir itiraz olarak gelişti ve kapsamlı bir modernlik kritiğine dönüştü. Bu aynı zamanda geç 19. yüzyıldaki sosyal bilimler ve çevresel bilimler arasına örülmüş alçak duvarların kendiliğinden aşıldığı bir andı. Bugün karşı karşıya olduğumuz iklim değişikliği krizinde, çevre sorunlarında, kentsel bölge tartışmalarında disipliner sınırlarına kapanmış hiçbir bilim bize sorunları teşhis edecek bilişsel çerçeveleri ve kapsayıcı bilimsel çerçeveleri tek başına sağlayamıyor. Bölüm ve disiplinler arasında işbirliği yapmak, yakınlaşmak, yenilikçi çerçeveler oluşturmak için bir çok araştırma merkezi ve lisansüstü eğitim odakları inşa eden üniversite sayısı her geçen gün artıyor. İklim krizi sonrasında ozon tabakasının delinmesi, sıcaklık artışları, kutup bölgelerindeki buzulların erimesi ile küresel tahıl tedarikinin ve okyanus yaşamının yaşamsal bir tehditle karşılaşması sosyolojik ve antropolojik konular haline de gelmiş durumda. İnsan toplumunun yeryüzü egemenliğinin bir sonucu olarak tüm doğal süreçler üzerine düşünce, günümüz sosyal bilimcilerinin işlerinin de mecburi bir parçası olmuş durumda. İklimbilimciler siyaset bilimci ve tarım ekonomisi uzmanlarıyla, plastik atık yatağı haline gelen açık su yaşamlarında okyanus bilimciler felsefeci ve antropologlarla, şehircilik uzmanları ve mimarlar mikrobiyologlarla birlikte çalışmanın normalleşip doğallaştığı bir dünyanın parçası haline gelmiş durumda.

Mikro Parazitler Küresel Köyü Tehdit Ediyor!

Koronavirüs insan-çevre, toplum-doğa ayrımlarının kurgusallığını belirsizleştirip eko-sistemlerle uyumsuz yaşam dünyalarımızı yeniden düşünmeye kapı açıyor. Pasteur’den sonra aşama aşama kontrol altına alınan salgın hastalıklar mikro biyolojinin muazzam gelişimiyle insan toplumuna büyük nüfuslarla korunaklı yaşam alanlarında yaşama imkanını sağlamıştı. 2000 sonrasında ise bu korunaklılık zırh delindi. Sars, Mers ve Ebola salgınlarıyla birlikte baş edilmesi çok zor yeni tür virüsler toplumsal yaşamımıza katıldı. Özellikle yaygın kentleşme için artan toprak ihtiyacı ve yeni tarım arazileri açmak için yok edilen ormanlar, hakları belirsizlik içindeki yaban yaşamla yeni temaslar oluşturdu. Yaban yaşamının tutunduğu her direnç noktasını yıkarak ilerleyen günümüz ekonomileri, aslında kurduğumuz korunaklı dünyanın sınırlarını da yıkıyor ve bizleri tekrar doğanın ‘mucizevi’ belirsizliklerine açıyor.

Bugün Covid19’ un ölümcül imgesi, bir başka açıdan bakılırsa, insan-merkezli kurduğumuz dünyanın tüm yapılarını ve bilgi çerçevelerini sarsan mucizevi bir pencere işlevi de görüyor. Refah ve konforlarından taviz vermek istemeyen aşı ve iklim krizi inkarcılarının bu ölümcül mikro parazit karşısındaki küçümseyici ve inkarcı tepkilerini devam ettirmeleri, 21. yüzyıl boyunca karşı karşıya kalınacak politik ve bilişsel çatışmayı ve meşru bilimsel bilginin yeniden örgütleneceği zemini de açığa çıkarıyor. Tartışmanın felsefi zorluk ve paradokslarını kabul etmek kaydıyla, doğa haklarını yeniden ele alan ve kurumsallaştıran hukuk ve etik çerçevelerine daha fazla ihtiyaç olduğu açık. Doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasında daha fazla diyalog ve bilgi alışverişiyle yeni bilgi sahalarının inşa edilmesinin gerekliliği belki de hiç bu kadar aşikar olmamıştı. İklim krizinin kontrolü için imzalanan Paris Anlaşması’nın hukuki bir zemin kazanması ne kadar yaşamsal görünüyorsa, bilimler evinin organizasyonunun yeniden düzenlenmesi ve günümüz toplumlarının karmaşıklığına uygun şekilde bilgi yapılarımızın yenilenmesi çabaları hayati önem kazanıyor.

Kamusal akıl tartışmalarını tekrar canlandırmak için de Covid-19’un zengin bir gündem ortaya çıkardığı görünüyor. Pandemiyle mücadelede bilim kurullarının karar verici otorite olarak politik alana dahil olmaları, neoliberalizmin ekonomistik dogmaları içinde yaşayanlar için büyük bir yönetim testi haline de geliyor. Ekonomik yaşamın tartışılmaz önceliklerine odaklanmış ideologlar için ortaya çıkan pandemi durumu, tabiri caizse ayaklarının altından halının çekilmesi etkisi yaratıyor. Politik alanda, başka bir alandan uzmanların yetki kullanması, ekonomik rasyonalizmin finansallaşmış biçimlerine uygun düşünmeyi karar alıcılar için neredeyse kural haline getirenlerde bir büyü bozumu etkisi yapıyor. 2008 krizi sonrasındaki bu ikinci büyük kırılma, ekonomi ve toplum bilimleri arasındaki ilişkileri de kökten etkileyecek nitelikte. Pandemi karşısında düşük gelir gruplarının, işsizlerin, yoksulların tamamen korunaksız olduğunun anlaşılmasıyla, aniden Keynesçi müdahalelerin hatırlanması ve pek çok ekonomik paket açıklanması eşzamanlı yürüyor.

Temel insan haklarına erişimi kısıtlayan salgın ortamı, muhtemel politik ve sosyal çalkantıları tetikleyebileceği endişesiyle devletleri daha fazla müdahaleci olmaya, katı sınır kontrolü pratiklerini hatırlamaya zorluyor. Küreselleşmenin büyük bir testten geçtiği bu süreç, toplumsal yaşamlarımızı üzerine inşa ettiğimiz bilişsel yapılar ve politik kabuller için de yeni bir sayfa açtı. Pandeminin tüm ülkelerde, en çok da devasa boyutlara gelmiş kentlerde, hızlı biçimde yayılıyor oluşu, bu kentlerin ekolojik sürdürülebilirliğine ilişkin limitleri de güncelliyor. Örneğin ülke nüfusunun yaklaşık %19’unun bulunduğu İstanbul’un ülkedeki tüm vakaların %60’tan fazlasını barındırması ve fiziki teması kısıtlama şansının çok az olduğu bir kentsel ekolojiye sahip olması bu tür kentlerdeki güvenli yaşam beklentisini azaltırken, toplumsal endişe katsayılarını artırıyor. Son yıllarda grip ve benzeri salgınların büyük metropollerde aldığı biçim ve iyileşme sürelerinin uzaması, yaşadığımız ekosistemlerde mikroparazitlerin kazandıkları dayanıklılık düzeylerini de gösteriyor. Son on yılda Dünya Sağlık Örgütü’nün, bakterilerin antibiyotik direncinin artması ve mevcut ilaçların gittikçe işe yaramaz hale geldiğine ilişkin uyarıları Covid-19 ortamında tekraren hatırlanması gereken bir başka konu.

Bir Musibet Bin Nasihattan Evladır

Karantinanın başlamasının hemen ardından, uzaktan kitlesel görüntülü iletişim araçlarının kullanımındaki patlama, sanal sosyal etkileşim için yeni bir sayfa açtı. Farklı seviyelerdeki okulların hızla online eşzamanlı eğitimlere başlaması, birbirlerini yıllardır görmeyen ve belki de unutmuş insanların her gün pek çok webinar toplantılarına katılması, internet dünyasının Deleuze’ün bereketli kavramına başvuracak olursak, rizomatik olumsallıklarını gösteriyor. Küreselleşme çağının yeni özneleri, Manuel Castells’in yetkin çözümlemelerinde de görüldüğü üzere bir süredir interneti kendisine esas mecra olarak seçmişti. Mevcut durumda yerküre üzerinde iş yaşamını dönüştürmenin yanı sıra fikirlerin dolaşımı için de başka bir imkan alanı daha açıldığı görülüyor. Geçerli bilimsel bilgiyi arayanlar kadar, komplo teorilerini ve zırva edebiyatını bir yaşam tarzı haline getirenler için de eşzamanlı bir demokratik iletişim ortamı yeşermiş durumda.

Düçar olunan hastalığın kaynağını arayanlar kadar, hastalık üzerinden ideolojik haklılaştırma arayanlara kadar geniş bir yelpazde bir bilişsel uzam oluşmuş durumda. Manuel Castells’in emek mahsulü incelemelerinde ayrıntılarıyla anlattığı gibi, tüketimcilik pratiklerine gömülü günümüzün teknolojik ağ toplumları uzun bir süredir ağlarla benlik arasında artan kutuplaşmayı tecrübe ediyor. Covid-19 sürecinin bu kutuplaşmayı kitleselleştirdiği ve eşzamanlılık kültürünü yaşamın tüm alanlarına yaydığı söylenebilir. Birçok analizde sıkça başvurulan Ulrich Beck’in risk toplumu kavramı kadar, durumu açıklamak için Castells’in ağ toplumu, David Lyon’un gözetim toplumu, Sassen’in küresel tedarik ağları analizleri, Foucault’un biyo-politik kavramı ve çevreci hareketlerin post-materyal toplumsal değerler üzerine tartışmalarının aralarındaki irtibatların daha fazla vurgulanabileceği bir ortamda olduğumuz açık.

Zikrettiğim isimlerin kavramları durumun analizi açısından esaslı bir giriş vaat ediyor. Ancak yaşadığımız sürecin anlamlandırılması gereken başkaca (etik, hukuksal ve haklar bağlamındaki) normatif boyutlarını açığa çıkarmak için, Habermas’ın ütopik olarak yaftalanmış iletişimsel eylem teorisinin de, karşı-olgusal bir çerçeve olarak kullanılabileceği zengin bir tartışma imkanı vaat ettiği kanaatindeyim. Kamusal akıl ve toplumsal düzen tartışmalarını insan, çevre ve doğa hakları çerçevesinde yeniden düşünmek zorunda olduğumuz ilginç ve sorgulayıcı zamanları yaşıyoruz.



[1] Bu konuda yazılmış en iyi metinlerden biri için bkz. Immanuel Wallerstein, World-System Analysis: An Introduction (Durham and London: Duke University Press, 2004)

[2] Gerard Delanty, Challenging Knowledge: The Univesity in the Knowledge Society (Open University Press, 2001) s. 1-11. 2001.

[3] Sargun A. Tont, Sulak Bir Gezgenden Öyküler, 10. bs. (Ankara: Tübitak Yayınları) 2001.

[4] 1960’larda Rachel Carson’ın anıtsal Sessiz İlkbahar eseri, Jürgen Habermas’ın bilim eleştirisi üzerine yazdığı kitaplar, çevre hareketi literatürü ve modernlik kritikleri bu bağlamda tekrar hatırlanabilir.

Paylaş: