Salgın Milliyetçilikleri Yükseltiyor mu?

Salgın Milliyetçilikleri Yükseltiyor mu?

Salgın Milliyetçilikleri Yükseltiyor mu?

07 Nisan 2020

COVID-19’un dünya ölçeğinde yarattığı şok ve kaygı, uluslararası sistemin dönüşümü üzerine tartışmaları da hararetlendirecek gibi görünüyor. Bu çerçevede en fazla atıf yapılan meselelerden birisi elbette milliyetçilik. İkinci Büyük Savaş sonrasında yaşanan her sistem krizinde oldukça konforlu bir yerden ve fakat oldukça iddialı bir şekilde dillendirilen “Milliyetçilik yükseliyor, ulus-devlet yükselecek” türünden açıklamalara çok fazla itibar etmemek gerektiğini düşünüyorum. Bu kısa makalede neden böyle düşündüğümü açıklamayı deneyeceğim. 

Popülizm ile milliyetçiliği birbiriyle eşitleyen bu kavrayış sağlıklı bir analiz yapmayı engellemektedir.

Milliyetçiliğin kriz dönemlerinde yükseldiğine ilişkin kanaatlerin esas olarak iki yanılgıdan kaynaklandığını düşünüyorum. Birincisi akademideki popülizm ile milliyetçiliği genellikle eşleştirmeye dönük eğilimdir. Dünyanın her hangi bir ülkesinde, herhangi bir siyasal figürün popülist bir dil kullanması büyük ölçüde onun milliyetçiliğine yorulmaktadır. Popülizm ile milliyetçiliği birbiriyle eşitleyen bu kavrayış sağlıklı bir analiz yapmayı engellemektedir.

İkinci önemli sebep ise, milliyetçiliğin tarihsel tecrübesi ve kavram bagajı bir biçimde görmezden gelinerek otoriterleşme eğilimleri ile eşitlenmesidir. Milliyetçiliğin tarihsel serüveni irdelendiğinde aslında milliyetçi ideolojilerin çok büyük ölçüde eşitlikçi, demokratik, devrimci bir dile sahip olduğu görülmektedir. Bununla birlikte büyük ölçüde İkinci Büyük Savaş öncesi faşist tecrübelerin de etkisiyle milliyetçiliğin otoriterleşme eğilimleri ile paralel bir çizgide ele alındığı söylenebilir. Halbuki tarihsel olarak milliyetçilik, zannedilenin aksine, -hele hele Ondokuzuncu yüzyılda- status quokarşıtı bir ideoloji olarak var olabilmiştir. 

Fransa'da Napoleon'la birlikte yükselen şey milliyetçilikti ve Napoleon’un Avrupa’da kurmak istediği düzen status quoya karşı bir hareketti. Yunan İsyanı genel bir çerçeveden bakıldığında status quokarşıtı hareket idi. 1848 Devrimleri, ardından önce İtalyan Milli Birliği’nin Fransa’ya rağmen, Alman Milli Birliği’nin Fransa ve Avusturya-Macaristan’a rağmen kurulması da kıtadakistatus quoya karşı gelişmişti. 20 yüzyıldaki milliyetçi hareketler de aynı şekilde büyük ölçüde status quokarşıtı idi. Özellikle dekolonizasyon sürecinde ortaya çıkan farklı sıfatlara sahip sosyalizmler, milliyetçiliklerin status quoya karşı tepkisinin birer yansımasıydı. Dolayısıyla genel toplama bakıldığında milliyetçiliklerin aslında uluslararası sistemde status quo karşıtı oldukları görülecektir.

Milliyetçiliklerin yükseldiği ya da gerilediği şeklindeki analizler konjonktürel krizlerin etkisiyle yapılmış, dolayısıyla da zaman içerisinde bir boş gösteren halini almıştır.

Bu noktada altını çizmek istediğim husus 19. yüzyıldan itibaren zaten güçlü bir milliyetçilikler çağı içerisinde yaşıyor olduğumuz gerçeğidir. Bu süre zarfında milliyetçiliklerin yükseldiği ya da gerilediği şeklindeki analizler konjonktürel krizlerin etkisiyle yapılmış, dolayısıyla da zaman içerisinde bir boş gösteren halini almıştır. Unutulmamalıdır ki milliyetçilikler de, diğer tüm ideolojiler gibi, toplumların yapısı ile bağlantılı olarak çok farklı görünümlere sahip olabilmektedir. Kriz dönemlerinde milliyetçilik içerisinden radikal söylem düzeyi daha belirgin bir ya da birkaç damarın öne çıkması, kamusal görünürlüğünün artması milliyetçiliğin yükseldiği şeklinde değerlendirildiği için milliyetçilik genellikle reaksiyoner bir ideoloji olarak değerlendirilmiş, dolayısıyla hem toplumların yapısı hem uluslararası sistemin krizleri sağlıklı biçimde değerlendirilememiştir.

John Mearsheimer son kitabı The Great Delusion’da ABD hegemonyasının Soğuk Savaş sonrası dönemde neden süreklileşemediği sorusuna basit cevap olarak realizm, liberalizm ve milliyetçilik trikotomisini gösterirken milliyetçilik için ayrı bir parantez açma ihtiyacı hissetmektedir. Şöyle diyor Mearsheimer: “Uluslararası İlişkilerde uzun zamandır milliyetçiliğin güçlü bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum ama daha önce bu konuyu hiç detaylı olarak incelememiştim.” Mearsheimer’ın bu yaklaşımı aslında Soğuk Savaş sonrasında küreselleşme jargonu içerisinde yok olduğu düşünülen bir fenomenin hep toplumsal hem siyasal organizasyonların biçimlenmesinde ne kadar etkili olduğunun dikkatten kaçırıldığına ilişkin entelektüel bir itiraf olarak da okunabilir.  

“Milliyetçilik yükseliyor/yükselecek” biçimindeki analizlere dayanak teşkil eden hususların başında popülist, otoriteryen eğilimleri yüksek politikacıların iktidara gelmeleri de yer almaktadır.

Son birkaç yıl içerisinde “milliyetçilik yükseliyor/yükselecek” biçimindeki analizlere dayanak teşkil eden hususların başında popülist, otoriteryen eğilimleri yüksek politikacıların iktidara gelmeleri de yer alıyor. Macaristan’da, İngiltere’de, Hindistan’da, Brezilya’da, ABD’de bu tip politikacıların iktidara gelmeleri; Fransa, Hollanda gibi ülkelerde aşırı sağ akımların, bu akımlar içerisinde de milliyetçiliğin radikal ve refleksif yorumlarının ön plana çıkmasının ardından gelen COVID-19 salgını dolayısıyla gelecek dönemde daha milliyetçi, daha sert, daha korumacı, belki de önekincanını çıkarma pahasına söylersek, neo-merkantilist bir döneme gireceğimiz ön görülüyor. Bu bakış açısı aslında perspektifimizin ne kadar Transatlantik merkezli bir coğrafi belirlenimden kurulduğunun da açık göstergesi.

Devletin önümüzdeki dönemde piyasalarda daha etkin hale geleceği aslında birkaç on yıllık bir yanılsamanın su yüzüne çıkmasından başka bir şey değil. Dikkat edilmesi gereken husus devletin aslında birkaç büyük ekonomi dışında piyasalarda bir düzenleyici olarak zaten uzun süredir var olduğudur. Birkaç ayrıcalıklı ekonomi dışındaki ekonomilerin neredeyse tamamı, özellikle ekonomik olarak yükselen ülkelerde, o toplumlardaki en örgütlü piyasa gücü olan devletin müdahalesi olmaksızın tam rekabet piyasasına katılmaları mümkün olmadığı için bu tespit, yani devletin ekonomik alanda daha görünür olacağı tespiti bu birkaç ayrıcalıklı ekonomi için tam manasıyla söz konusu olabilir. Bu noktada esas üstünde durulması gereken husus bu birkaç ayrıcalıklı ekonomide devletin neden daha görünür hale geleceği sorusudur. 

Bunun temel sebebi milliyetçiliklerin yükselmesi değil, uluslararası sistemin özellikle ABD özgücülüğünün sınırlarını da gösteren 2007-2008 krizinin sonrasında derinleşen krizidir. Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan uluslararası düzen ABD’nin sistem içerisinde aşırı güç artığıyla belirmesine, ABD’nin üreteceği kamu mallarına dayanıyordu. Bu durum kendi içerisinde çelişkisini de taşıyordu. Bu “eşitsizlik” düzeneği ABD’ye çevresel tepkinin yönelmesini ve yoğunlaşmasını beraberinde getirdi. Milliyetçiliğin farklı renkleri bir süreklilik içerisinde, hatta sistematik denebilecek biçimde ABD’nin politikalarına yöneldi. Bu durum Mearsheimer’ın da altını çizdiği gibi ABD hegemonyasının süreklileşmesini engelledi. 1970’lerin ortasından sonra uluslararası sistemin söylem düzeyini oluşturan neo-liberalizmin üst yapı kurumlarının yani hukukun üstünlüğü, insan hakları, iyi yönetişim, demokrasinin yaygınlaştırılması gibi iç gereksinimlerinin emperyalizmin yeni bir biçimi olarak batı dışı dünyalarda algılanması dolayısıyla reaksiyoner milliyetçi perspektiflerin 2000’li yılların başlarından itibaren gittikçe belirginleştiği dikkatli bir bakışla zaten görülecektir.

Gelinen noktada yeni olan gelişme Batı dünyasında da otoriter, popülist eğilimlerin belirginleşmeye başlamış olmasıdır. Ancak Batı dünyasında yükselen hareketlerle batı dışında yükselen eğilimler arasında oldukça belirgin bir farklılık dikkatten kaçırılmakta, tipik Batılı bıkmışlığıyla bütün veriler bir çuvala doldurulup dünya ölçeğinde milliyetçiliğin yükseldiğine yorulmaktadır.

Gözden kaçırılan nokta şudur: Bush'un neo-conservatismi de Obama'nın neo-idealismi de, Trump’ın “Make America Great again” sloganı da bir biçimde bir şekilde bu Amerikan gücünü diriltmeyi, restore etmeyi ama neo-liberal diskuru diri tutarak güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Diğer bir deyişle batı dışı dünyalarda yükselen otoriter, popülist rejimler neo-liberalizme bir başkaldırı biçiminde gelişirken Transatlantik dünyada neo-liberalizmin, dolayısıyla uluslararası sistemin ihyası amacına dönük biçimde belirmektedir. 

Batı dışı dünyalardaki ekonomik genişlemenin/gelişmenin yarattığı tedirginlik ve kırılganlık bu restorasyon sürecinde zaman zaman sapmalara, kopuşlara sebep olabilmektedir. Neo-liberalizmin söylem düzeyi uluslararası sistemde yaşanan krizle birlikte aşındıkça otoriterleşme eğilimleri yükselmiş, bu da milliyetçiliklerin yükseldiği düşüncesini yaratmıştır. Diğer bir deyişle bu durum aslında Soğuk Savaş’ın sona ermesini de sağlayan, Soğuk Savaş sonrası ABD merkezli uluslararası ilişkiler sisteminin söylemsel etkisini yitirmesinden kaynaklanıyor. Bir başka deyişle 1970’lerin ortalarından itibaren yükselen, Amerikan Gücünün -belki de Pax-Americanada denebilir- hem avantajlarını hem de paradokslarını teşkil eden neo-liberal düzen, batı dışı yükselen ekonomik güçlerin de sistem üzerinde yarattığı baskının etkisiyle aşınmış görünmektedir.

Batı dışı dünyadan sisteme yönelen meydan okumanın yaslandığı zemin milliyetçiliktir.

Bu noktada şu dikkatten kaçmamalıdır: Batı dışı dünyadan sisteme yönelen meydan okumanın yaslandığı zemin milliyetçiliktir. Diğer bir deyişle milliyetçilikler, Batı dışı dünyada uluslararası sistemin temel dayanağı olan neo-liberalizmin yarattığı status quo karşıtı bir pozisyon edinmiş durumdadır. Bu aslında batı-dışı dünyada değişen pek bir şey olmayacak demektir. ABD belki bu bakımdan bir istisna olarak değerlendirilebilir ama Kıta Avrupasında da iki yüzyıldır milliyetçiliğin mekanizmanın ana bileşeni olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır. Yani milliyetçilik nokta-i nazarından Batı cephesinde de pek yeni bir gelişme yok aslında. Mesele sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen birkaç ülkede ortaya çıkan gelişmelerin uluslararası sistemde yaşanan krizin de etkisiyle yarattığı komplikasyonlardır. 

Sözün özü, milliyetçilik son iki yüzyıldır bazen perde önünden bazen perde arkasından ama belirgin bir süreklilik içerisinde siyaseti ve toplumu biçimlendirmeyi sürdürmektedir. Yaşanan her krizde “milliyetçilikler yükselecek-gerileyecek, ulus-devletler güçlenecek-zayıflayacak” klişelerinden öte şeyler söylemek gerekiyor. Mearsheimer’ın otuz yıl sonra geldiği noktaya bizim de otuz yıl sonra gelmemize gerek yok değil mi?
 

Paylaş: