Salgında Sosyoloji yahut Olguya Sadakat İlkesi

Salgında Sosyoloji yahut Olguya Sadakat İlkesi

Salgında Sosyoloji yahut Olguya Sadakat İlkesi

13 Mayıs 2020

Hızlanan Toplumsal Değişme

Covid-19 salgınının küresel çapta yayılması, makro ve mikro ölçekte pek çok değişmeyi beraberinde getiriyor. Hızlı değişmenin ürettiği yeni gerçeklik ve geleceğe dair belirsizlik, sürecin ne zaman sona ereceğini ve rutin hayata nasıl dönüleceğini merak edenler açısından bir enformasyon ihtiyacı olarak ortaya çıkmakta. Bununla birlikte birey-birey ve birey-toplumsal gerçeklik ilişkilerinin yeniden ve farklı biçimlerde üretimi devam ediyor.  

Makro sosyoloji teorilerinin çoğuna kaynaklık eden ve klasik sosyologlar arasında Emilé Durkheim tarafından özgün şekilde sistematize edilen, toplumsal gerçekliğin bireyler üzerinde baskın bir gerçeklik olduğu tezi çoğunlukla eleştirilmesine ve yeniden yorumlanmasına rağmen tam anlamıyla reddedilmiş değildir. Nitekim toplumsal gerçeklik ile birey arasındaki ontolojik ilişki, bireyin kendi tercihlerine dayanmayan unsurlarla karşı karşıya kaldığı ve hatta bu unsurları içselleştirdiği pandemi gibi vakalarla yeniden doğrulanmaktadır. Burada sosyoloji teorilerinin klasik yapı-fail ikilemine ya da bu ikilemin nasıl aşılabileceğiyle ilgili literatür tartışmasına girmeden, dünya gündemini meşgul eden salgını birey ile toplumsal gerçeklik arasındaki ilişki açısından anlamaya çalışmak istiyorum. Çünkü salgın, bütünüyle kontrol altına alınamadığı için toplumsal gerçekliğe kendisini dayatmış ve yeni bir sosyolojik durum ortaya çıkmıştır. 

Yeni Olgular Yeni Açıklamalar Gerektirir

Bu yeni sosyolojik durumda iki yön dikkat çekiyor. Bir yandan süregiden eski sosyolojik gerçeklik, bireylerin bilişsel ve davranışsal hafıza temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla yeni bir durumda yapılması gerektiğine dair mevcut bilgi kaynağı bizi inşa eden ve birlikte inşa ettiğimiz toplumsal gerçekliğin birikiminden başka bir şey değildir. Ancak diğer yandan sürecin “olağanüstü” olmasına bağlı olarak toplumsal gerçekliğin birikiminin kendi rutiniyle sürdürülemediği müşahede edilmektedir. Burada bireyler arası ilişkiler, olağanüstü duruma bağlı olarak toplumsal gerçekliğin rutin gidişatında bazı kısımları zorunlu olarak paranteze almaktadır. Böylece salgın sürecinde toplumsal gerçekliğin bilişsel ve davranışsal boyutları, bireylere olağanüstü bir süreç yaşanmakta olduğunu, toplumsal hayatın süregidişinde bir parantezin açıldığını ve henüz kapanmadığını fark ettirmektedir. 

Toplumsal rutinin yeni şartlarda “yeniden üretilme” ihtiyacı, hem toplumsal gerçekliğin hem de bireyler arası ilişkilerin sağlıklı bir şekilde var olması için gereklidir. Örneğin sokağa çıkma yasağı dolayısıyla evlerinde kalan bireyler, evdeki rutinlerinin de değişmesi gerektiğinin farkına varmak ve ona göre hareket etmek durumundadır. Bu durum, birey sağlığına, aile içi ilişkilere bağlı olmasıyla birlikte toplumsal gerçekliğin üretilmesine de bir katkıdır. Elbette olağanüstü bir durumun yönetilmesi, kendi şartlarıyla kendi rutinini üretmesi ve bireylerin geçici de olsa bu gerçekliğin üretilmesine katkıda bulunmaları, beklenmedik sonuçlara açıktır. Olağanüstü durumun belirsizlik üretme potansiyeli, her şeye rağmen rutin dönemlerle kıyaslanamayacak denli büyüktür. 

Burada ekonomi ve siyaset gibi küresel çapta makro etkilerin toplumsal gerçekliğe fazlaca etki etme potansiyellerinin de arttığını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Ayrıca olağanüstü durumun ürettiği sosyolojinin yönetilmesi noktasında toplumsal gerçekliğin geçmiş birikimi yeterli olmadığı için devletin daha çok bir “toplumsal sözleşme” kurumu olarak otoritesine rıza gösterildiği bir durum ortaya çıkıyor. Devleti öne çıkaran şey, rutine duyulan ihtiyaç ve geçmişten gelen toplumsal gerçeklik birikiminin olağanüstü dönemi kendi hafızasına bağlı olarak güçlü bir şekilde üretememesiyle doğrudan ilgilidir. Başka bir deyişle kendi rutinini arayan toplumsal gerçeklik, bunun için kendinden başka kurum ve aktörlere ihtiyaç duymaktadır. Max Weber’e atıfla söylenirse, özellikle sağlık bakanı ve bilim kurulundaki isimler etrafında üretilen karizma da bu süreçle ilgilidir ve var olan toplumsal gerçekliğin ürettiği bir ihtiyaç üzerinden açıklanabilir.   

Yeni Sosyal Gerçekliği Anlamak

Salgın döneminin en önemli sosyolojik sonuçlarından birisi, toplumsal gerçekliğe dair değişmenin kendisini net bir şekilde hissettirmesi ve bu değişikliğe bağlı olarak bireylerin toplumsal gerçekliğin baskısını daha güçlü bir şekilde yaşamalarıdır. Elbette toplumsal gerçekliğin baskısının toplumda yaşayan herkeste aynı şekilde karşılık bulmadığını göz önünde bulundurmak gerekir. Rutinde aradıklarını bu olağanüstü dönemde bulan ve sürecin getirilerinden pek çok fayda elde eden bireyler de var olacaktır. Bu durumu, toplumsal gerçekliğin çok katmanlı, tabakalı ve farklı nedensellik ilişkileri üretebilen bir yapıda olmasının sonuçlarından biri olarak kabul etmek mümkündür. 

Nitekim salgın sürecinin zengin ya da fakir herkesi eşitlediği şeklinde medyatik bir ifadenin pek sosyolojik bir karşılığı yoktur. Çünkü salgın sürecinin sosyolojisi, kendi geçici gerçekliğine bağlı eşitsizliklerini de üretmeye devam etmektedir. Ayrıca olağanüstü dönemin bitmesiyle ya da yukarıda ifade edildiği şekilde açılan parantezin kapanmasıyla birlikte bambaşka bir dünyanın oluşmasından ziyade, salgın öncesi etkileri hızlandıran ve bir yandan kendi rutinini tekrar üretmek durumunda olan “eski” toplumsal gerçekliğin kendisi beklenebilir. Bu dünyanın bir öncekinden bambaşka bir dünya olup olmayacağı tartışmalı bir konu olsa da toplumsal gerçekliğin kendisini dayatmasının ve yeni eşitsizlikler üretme potansiyelinin devam edeceği öngörülebilir.

Toplumsal Olgulara Sadakat

Buraya kadar yazılanlardan toplumsal gerçekliğin değişmesi ya da olağanüstü bir süreç dolayısıyla değişmek zorunda kalması ve bu durumun pek çok görünümünün ortaya çıkması, sosyoloji disipliniyle ilgilenenler açısından zengin bir veri kaynağına da işaret eder. Salgın süreci boyunca aile, eğitim, gündelik hayat, bireyler arası ilişkiler, beklentiler ve öngörüler konusunda pek çok araştırma yapılmaktadır. Sosyal medya araçlarının kullanımının yaygınlaşması, bu araştırmaların daha kolay yapılmasını sağladığı gibi bir enflasyon da üretmektedir. Elbette bu araştırmalardan nitelikli olanların “salgın sosyolojisi” konusunda oluşacak bir literatüre katkıları olacaktır. Sosyolojik araştırmalar ve sahadan veriler olmadığı takdirde medya, sosyal medya ve halk arasındaki duyum kaynaklı genellemeler ciddi bir dezenformasyona sebep olacaktır.

Ancak sosyolojik araştırmalarda mevcut toplumsal gerçekliğin, olağanüstü bir duruma dayanması ve bireylerin tutumlarının, davranışlarının, beklentilerinin ve öngörülerinin bu gerçeklik bağlamında değerlendirilmesi çok önemlidir. Bu kavrayış, aynı zamanda elde edilecek veriler dolayısıyla bireylerin sınırlandırılmış gündelik hayatları üzerinden toplumsal gerçekliğin olağanüstü halinin üreticileri olduğu kabulüne de dayanmaktadır ve gerçekliğin çok yönlü anlaşılmasına bağlıdır. Sürecin sağlıklı bir şekilde analizini yapmak, ancak ve ancak teori ve uygulamanın birlikteliğiyle oluşabilir ki sosyolojinin bir disiplin olarak rüştünü ispatı “kurgusunun olgusuna” bağlı olmasıyla yakından ilgilidir. 

Başka bir deyişle olgusal olana sadakat, sosyoloji yapmanın ilk şartlarından birisidir. İster rutine dayansın, isterse küresel etkilerle hızlı bir şekilde değişmeye muhatap olsun, toplumsal gerçeklik bir şekilde kendi olgusal halini üretmeye devam edecektir. Bu olgusal durum, pek çok farklı şekilde ortaya çıkacak ve en özel ve bireysel davranışlarda bile kendisini üretmeye devam edecektir. Bu yüzden salgın döneminin sosyolojisinin, “olağanüstü dönemler ve durumlar” ile ilgili kısmi bir genelleme imkanına da dikkat çekmek gerekmektedir ki bu da olgusal duruma sadakat ilkesine bağlıdır. 

Paylaş: