Sınıfın Gizlenemeyen Yaraları
22 Ağustos 2019
Merve Akkuş Güvendi
DeğerlendirenRichard Sennett & Jonathan Cobb (2017) Sınıfın Gizli Yaraları, Heretik, 269 s.
Richard Sennett ve Jonathan Cobb tarafından 1972 yılında yayımlanan The Hidden Injuries of Class, yeni ekonomik sistem içerisinde karakterin aşınmasının farklı yönlerine işaret ederek eski sistemden yeni ekonomik sisteme geçişi, çalışma koşullarındaki temel değişiklikleri, çalışma yaşamındaki hiyerarşi ve tüm bunların bireyin hikayesi ve benliğinin inşasındaki rolünü ve etkisini tartışmaktadır. Duyguların sosyolojisine odaklanan yazarlar aktörlerin dili ve tutumları üzerinden varoluşsal yaralara temas ederek özgürlük, fedakarlık ve haysiyet üzerinden çözümleme yapmaktadır. Hâkim sınıf yapısı insanın özgürlüğünü kısıtlayan bir sistemdir. Bu güç dengesi içerisinde iktidarı elinde bulunduranın gücü sınırlandırılmakta fakat zayıf olanın özgürlük alanı gittikçe azalmaktadır. Özgürlükler sınıf sistemiyle denetlendiğinde ise insanların kendilerinde ve birbirlerinde gördükleri haysiyet zarar görmektedir. Özgürlüğün araçları haysiyetsizliğin kaynakları hâline gelerek örgütlenmektedir (s. 44). İnsan bu durumu kabullenmek ve hem kendi hem de toplum içerisinde meşrulaştırmak için fedakarlığı kendine kalkan olarak seçmektedir.
Çalışma, 1969-1970 Haziran ayları arasında Amerika’da Boston bölgesinde yaşayan, yetişkinlik dönemlerinde emek işçisi olarak çalışan 150 kadın ve erkekle gerçekleştirilen derinlemesine mülakatlardan oluşmaktadır. Görüşülen kişilerin üçte ikisi 30’lu yaşların sonu ve 40’lı yaşların başında olanlardır. Geri kalan ise 60 yaş üstü yaşlılar ve 20 yaş altı gençlerden oluşmaktadır. Çalışmada kadınlarla da mülakat yapılmasına rağmen kitabın genelinde erkeklerin mesleki hayatlarına odaklanırken onların baba, eş ve birey olarak konumlanmalarındaki ‘haysiyetleri’ durumlarına odaklanmıştır. Sennett ve Cobb bunun nedeninin erkeklerin geleneksel iş hakkında yapılan kültürel değerlendirmelerden dolayı kadınlardan daha farklı bir biçimde toplumsal düzeni etkilediğini belirtmektedir (s. 54). Metnin temel argümanları ise mülakatların yansıra Adam Smith, Denis Diderot, Max Weber, Hans-Georg Gadamer gibi düşünürlerin argümanları ile desteklenmiştir.
Sennett ve Cobb, 1970 sonrası emeğin dönüşen sürecinin etkilerinin nasıl bir tarihsel arka planla bugüne geldiğini karşılaştırmalarla okuyucuya sunmaktadır. Bu hikâyede Amerika’da 1900’lerin başında çiftçiler, hem fabrika hem de hizmet sektöründe çalışan kentli emekçiler çalışan nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturmaktaydı. 1950’lere kadar üretim, istihdam ve ücretlerin artışı ve devlet destekli sosyal politikalar toplumda refahın tüm kesimlere yayılmasını sağladı. 1960’lardan itibaren sömürge sonrası devletlerin yeni ekonomi kurma çabalarıyla birlikte tarım ve sanayi Amerika dışındaki gelişmekte olan ülkelere kaydı. Ortaya çıkan bu yeni durumda bedensel emek işçilerinin sayısında ciddi düşme yaşanırken daha fazla zihinsel emek gerektiren, ‘masa başı’ işlerde artış olmuş ve beyaz yakalılara olan ihtiyaç artmıştır. Bu tarihsel arka planda emeğin değişim süreci 20. yüzyılın sonlarına doğru yüksek teknolojiye geçişle birlikte farklı bir boyuta geçmiştir. Sennett ve Cobb bu sancılı süreçte işçilerin ve beyaz yakalıların ve onların ailelerinin hikayelerine odaklanmaktadır.
Bu hikayenin nasıl sorusuna öncelikle işçi sınıfının Amerika’ya yerleşmesi ve 19. yüzyıldaki işçi sınıfının kentleşmesi sırasında, kırsal işçiler küçük çiftliklerden kasabalara ve daha sonra bu ani akış altında hızla büyüyen şehirlere taşınması ile başlamaktadır. Dillerini, akrabalık ilişkilerini, geleneklerini sürdüren bir süre sonra ise yeni karşılaşmalarla kendini koruma altına alan göçmenler kentsel köylerde toplumsallıklarını muhafaza ettiler. Ucuz iş gücü olma potansiyelleri ise fabrikalar için bir şans iken kent merkezlerinde farklı işçi grupları için tehdit oluşturdu. Yerli önyargılar, vasıflı yerli işçilerin düşmanlığı, Fordist dönemin krizleri ve kentsel dönüşümle birlikte kentsel köyler sarsılmaya başladı. İşçiler sosyal ve ekonomik olarak ayakta kalmanın zorlaştığı bu dönemde kendilerini ve ailelerini korumak için mücadele vermeye başladılar. Bu mücadele ise salt yaşamlarındaki değişimlerden, başarısızlıktan, orta sınıf kazanımlarını elde etmekten öte bir anlam taşımaktadır. Rica Kartides üzerinden durumu Amerikanlaşma olarak ifadelendiren Sennett ve Cobb, mücadelenin başkalarına ihtiyacı olmadan kendine yetebilen ve bakabilen biri olarak saygı görme arayışında olan bir insana dönüşüm olarak açıklamaktadır (s. 67).
Sınıflı bir toplum yapısında insanlar, kendi yaşamlarını kontrol etme özgürlüklerinin sınırlı olduğunun farkında olmalarına rağmen saygınlıklarını ancak toplumsal konumlarının gerekliliklerini yerine getirmekle mümkün olacağını bilmektedir. Gerek işçiler gerekse beyaz yakalı çalışanlar içinde bulundukları çalışma ortamına uyum sağlamaya çalışırlar. İşteki baskı ve çalışma koşullarının ağırlaşması ile kendilerine korumalı bir alan oluştururlar. İstemedikleri bir durumun içinde kalmaları ise bunun kendi tercihleri olduğu ya da en iyi seçeneğin bu olduğu noktasında kendilerini korumaya aldırır. Kurban olma ya da fedakarlık bu koruma altına alma hâlindeki savunma mekanizmalarıdır.
Kişinin öz saygısını koruması ve sistem içerisindeki özgürlüğünün kısıtlanışını meşrulaştırması gerekmektedir. Varlığını ve özgürlüğünü daha muteber bir amaç uğrunda feda ediyor olmak bu tatmini sağlamaktadır. Sennett kişinin kendini ve hayatını çocuklarına adamasının sınıfsal sınırların bariz göstergesi olduğunu belirtmektedir (s. 129). İşçinin ailesi için bir şey yapması gerekmektedir. Çocukların geleceği söz konusu olduğunda gösterilen özveri işçinin şu andaki özgürlüğünün sınırlandırılmasını meşrulaştırır. Böylece işçi hem ekonomik hem de zorunda bırakıldığı bir fedakarlığa sıkışıp kalır. Evdeki fedakârlık fabrika ya da okuldaki meşru iktidar gibi özgürlük ve öz saygı arasında bir çatışma ortaya çıkarır. Hem işçi sınıfında hem de orta sınıfta ortaya çıkan bu çatışma hâli kişilerde gizli bir sınıfsal öfkeye neden olur (s. 135). Toplumsal bir gizli sözleşmeye konu olan fedakârlık, işçide daha sonra tahsil edilecek beklentiler anlamına gelmektedir. Bu beklentilerin karşılanmaması ise ihanet olarak görülürken hayal kırıklığı kaçınılmazdır.
Sennett, sınıf ve benlik birleşiminin benzersiz bir Amerika olgusu olduğunu belirtmektedir. Bu durum bireyin ödül ile kurduğu bağda gizlidir. IQ testlerinde ve okulda başarı, bireyi doğuştan geldiği sosyal koşullardan kurtarmanın bir yolu olarak görülür. Gerçekten değer veya zekası olan herkes yükselme imkanına sahiptir. Fırsat eşitliğine yapılan vurgu sisteme olan inancı tazelemekte ve her türlü eşitsizliği de arka plana itmektedir. Sınıfa ilişkin adaletsizlikler genelde koşulların önceden belirli olduğu, zenginlerin fakirlere göre her daim bir adım önde olduğu ve zenginlikten kaynaklanan eşitsizliklerin haksız olduğu kabulü üzerinden ilerler. Bu nedenle çalışanlar toplumsal bölünmelerin ve eşitsizliklerin bir koşulu olarak değil, kişisel başarısızlıklarından dolayı saygı görmediklerini düşünmektedir.
Bireysel bir değerin göstergesi olarak tanımlanan yetenek rozeti ise kendini geliştirmenin ve ayırıcılığın nişanesi konumundadır. Yeteneğiyle tanımlanan bir kişi açısından bu durumun yapıcı ve yıkıcı sonuçları bulunmaktadır. Yapıcı olan tarafı bu rozetler miras ya da aile bağlarıyla geçen toplumsal konumu pekiştirmektedir. Yıkıcı olan tarafı ise bu yeteneklerin saygıyı elde etmedeki araçsal konumunun kişinin kendisini engelleyici etkisidir (s. 77). Yetenek rozetleri eşitsizliğe dayalı bir toplumda iyi bir ölçüm aracıdır, zira ayırt edici yetenek sadece bir ya da birkaç kişiye ait olabilecektir (s. 158). Toplum içerisinde değerli bir benlik rozeti olarak yetenek, eşitsizliği meşrulaştırmasının yanı sıra kendi aktörlerini de oluşturur. Mücadele iki sınıf arasında, birçokve birkaçarasında geçmektedir. Bir çoğun benliği araftadır. Birkaç ise saygıyı kazanır. Fakat birçok var oldukça birkaç da var olabilmektedir. Hatta yeteneğe ve oldukça kişisel özelliklere göre birey ve kitle arasındaki bölünmedeki bu durum sadece elitlerin yönetici ve devrimci bir güç olabileceğine olan inancı besler (s. 83).
Yetenek rozetleri ya da fedakarlıkların kullanımı, insanları koşullara meydan okuma hakkını elde edebilmeleri için, öncelikle sınıflı bir toplumda saygıyı elde etmeleri, meşru olmaları konusunda ikna ederek, onları özgürlükleri üzerinde sınırlamalara karşı çıkmaktan başka yöne çevirir (s. 157). Kendin olmak ve saygı görmek ise koşulların sürekli aşağıya doğru ibre gösterdiği bir düzende yukarı doğru çıkma çabasıdır. Bu durum ise sınıfsal karşılaşma ve karşılaştırmaları beraberinde getirir. İnsanların kendi toplumsal koşullarını başkalarının koşullarıyla karşılaştırması varoluşsal yaralara neden olur. Daha fazla beceri ve birikime sahip olmaları gerekmektedir. Ancak bu olduğu takdirde başarılı sayılabilmeleri mümkündür. Başarısızlıklarından ise kendileri sorumludur. Böylece birey kendi yabancılaşmasının sorumluluğunu üzerine alır (s. 103). Bu aynı zamanda da toplumsal eşitsizlikler için de meşrulaştırma mekanizmasıdır.
Toplumsal sınıflar içerisinde saygın olmak eğitimli olmakla yani kültürlü ve muteber olmakla mümkündür. Toplumsal sınıfın bu süreci içerisinde kendini geliştirmek, kendilik bilincini oluşturarak bireye dönüşmek için araçlar bulunmaktadır. Eğitim ise bunların en önemlisidir. Sennett, görüştüğü işçilerin "eğitimli" kelimesini, saf eğitimin ötesine geçen bir dizi tecrübe ve duyguya dayanmak için kullandıklarını belirtmektedir (s. 39). Eğitimin yüksek statüsü, rasyonelliğin arttırılmasının ve en iyi insan kapasitelerinin geliştirilmesinin düşünüldüğü gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Diplomalar, sertifikalar ve meslekte terfi kazandıracak eğitimler bu gelişmenin hem bireyler hem de sistem tarafından meşrulaştırmasına yarar. Eğitim yukarı hareketlilik fırsatıyla bireyi özgürleştirmeyi vaat eder.
Eğitimle birlikte meslekte yukarı hareketlilikte önemli bir bileşendir. Sistem ‘işin değiştiğinde sınıfın da değişir’ fikrini sürekli yetenek rozetleri, ödüller ve diplomalarla desteklemektedir. Ebeveynlerin fedakarlıkları ve yaşam boyu planlamalarında bir ev sahibi olmayı zorunlu bir hayal olarak bir kenarda tutmakla birlikte çocuklarına eğitim aracılığıyla bir mesleki hareketlilik kazandırmak istemektedirler (s. 168). Düzenli bir işte ücretli çalışma gerçekliliği iyi bir eğitim alınmasını uzun süreçlere yaymaktadır. Nitekim bu hedeflerin gerçekleşmesi için birey iyi zamanlarında bile para biriktirme baskısı ile karşı karşıyadır. Öte yandan ise meslek sahibi olan birey kendine referans olarak kabul ettikleriyle güçlü bir konumda hisseder. Kendini ispatladığını ve öz saygısını kazandığını düşünen birey bu durumuyla piyasadan bağımsızlaşacağını düşünmektedir. Oysa ki piyasa için eğitim ve meslek artık zorunludur. Ve bu durum rekabet ortamında kendisiyle birlikte birçok diplomalı meslek sahibinin karşılaştığı problem karşısında başarısızlık hissini sürekli yeniden yaşatmaktadır.
Sınıflı toplumda farklı sınıflar varlıklarını mal, mülk, para, tüketim alışkanlıkları ve statü gibi göstergeler üzerinden ortaya koymaya çalışırlar. Alt sınıflardan gelenler mahrumiyet ve yoksulluk ile yukarı doğru hareketliliğe meylederken üst sınıflarda olanlar bu tüketimi aleni olarak gösterme eğilimindedirler. Veblen’in gösterişçi tüketiminin zenginliğin salt bir duygusal çarpıklığı olmadığını belirten Sennett ve Cobb refahın artması ile birlikte bu yıkıcılığın toplumun diğer kesimlerine de dağıldığını belirtir. Refahın giderek artması mal ve hizmetin satın alınabilir olmasını arttırırken alt sınıflardakiler tüketim aracılığıyla eşitsizliği daha da perçinlemektedirler. Bu noktada toplumsal hareket örüntüsü olarak değil de salt insanın tüketimine odaklanıldığında ise ortaya daha farklı bir sonuç çıkmaktadır: yıkıcı yer değiştirme. Bir insanın ihtiyacından fazla olarak bir araba alması bir kıskançlık ya da pazarlama stratejisi sonucundan çok daha fazlasıdır. Bir insanın şu an tükettiği mal ve hizmetler yerine daha yüksek tatmin sağlayan mal ve hizmetler geldiğinde ortadan kalkar. Bu durum Veblen’in gösterişçi tüketimindeki üretimin tüketiminin yerini almasındaki yıkıcılığına benzese de insani boyutta bir kendini tahriptir aslında. Kişi ulaştığı veya sahip olduğu hayat standartlarını sürekli yetersiz görmekte ve bir üst olana ulaşmak için çabalamaktadır. Sürekli tüketim ise burada motivasyon unsurunu oluşturmaktadır (ss. 163-165). Kişi kendindeki eksiklikleri ve kuşkuları gidermek, kendini iyileştirmeye çalışmaktadır. Yıkıcı yer değiştirme bu bağlamda salt bir tüketim süreci olarak değerlendirilemez, aynı zamanda yukarı doğru hareketlilik amacıyla haysiyetin yıpratıcı bir gücüdür.
Bir yanda bireyin özgürlüğü ve eşit fırsatlara sahip olma üzerine kurulu Amerikan rüyasına olan inanç diğer yanda ise gerçekliğin asıl tezahürü olan eşitsizlik ve sosyal hareketliliğe imkân sağlayamayan düzen. Sennett ve Cobb aslında bu gerçekliği sınıfın gizli yaralarını çözümlerken her fırsatta dile getirmektedir. İnsanların istemsiz bir şekilde toplumsal yapının duygusal pençesinden kurtulmaya çalışırken seçtikleri yollar sınıf düzenini yeniden üretmektedir. Fakat bu sınıfsal düzende sınırlar sabit değildir. Çalışma biçimleri, enformasyon, tüketim ve toplumsal hayatın bileşeni konumunda bulunan birçok detay değiştikçe insanlar yeni stratejiler üretmektedir. Bu durumda ise yara kaçınılmazdır.
Aynı zamanda bir sistem eleştirisi niteliğindeki kitap insanın benliğinin, haysiyetinin sınıfın insaniyetsizliği arasında sıkışıp kaldığını belirtmektedir. Yapılan her hamle eşitsiz toplum yapısını meşrulaştırarak yeniden üretmektedir. Fakat bu süreçte insan hep mi kendine yabancılaşan konumdadır? Ya da irade koyabilecek durumda değildir? Üretmeyi ve emeği kendi varoluşunda merkezi konuma taşıdığında farklı bir değerlendirme yapmak mümkün olabilir mi? Yeni üretim sisteminde emeği konumlandırırken kapitalizmin yeni formları çerçevesinde bakmak nasıl yeni değerlendirmeler yapmayı mümkün kılar? Kitabın genelinde birçok örnekte de görülen yapısalcı değerlendirmeler bu mekanizmalardan çıkışın imkansızlığını vurgulamaktadır. Bu durum ise hayatın belirleyicileri karşısında yeni bir söylem oluşturmayı ve yeni değerlendirmeler yapabilmeyi zorlaştırmaktadır.
Sennett ve Cobb duygu sosyolojisine odaklandıkları çalışmada mikro sosyolojinin önemli bir örnekliğini sunmaktadır. Ne var ki bu örneklik kitap içerisinde çoğu zaman derin analizlerle bir süre sonra kurgusallık üzerinden ilerlemektedir. İhtimaller daha ön plana çıkmaktadır. Sürekli konuyla ilgili artarda gelen sorular ise konuyu çözümlemekten ziyade daha karmaşık hâle getirmektedir. Her soru sonrası konunun akışının ani değişimi – kimi zaman bu bir soru sonrasında da olmamakta – konuya odaklanmayı zorlaştırmaktadır.
Farklı disiplinlerin literatürlerinden beslenerek ilerleyen çalışma ilgili anlatının farklı arka planları hakkında da bilgi vermektedir. Anlatımı güçlendiren bu bilgilendirmeler olay analizi sonrasında anlamlı bir bütünlüğe kavuşmaktadır. Tanı etrafındaki kavramsallaştırmalar ise meselelerin sınıflandırılmasını ve analizlerin kalıcılığına sağlamaktadır. Amerika’da emeğin dönüşümünün daha derinden hissedildiği, sanayileşmenin azaldığı ve çalışma hayatındaki etkilerinin daha kuşatıcı hissedildiği 1960’ların sonunda gerçekleştirilen çalışma bu dönüşümün sosyal hayata yansımalarını göstermesi açısından oldukça önemli. Bu dönemecin olaylar bazında aynı olarak görmekten ve doğrusalcı bakıştan uzak durarak farkı toplumlarda farklı örnekliklerde değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim Türkiye’deki çalışma hayatı örnekliği bu açıdan oldukça zengin bir saha sağlamaktadır.