Sınır Tanımayan Salgın: Covid-19 ve Sınırların Yönetimselliği

Sınır Tanımayan Salgın: Covid-19 ve Sınırların Yönetimselliği

Sınır Tanımayan Salgın: Covid-19 ve Sınırların Yönetimselliği

01 Mayıs 2020


Covid-19’un küresel bir salgına dönüşüp kapsamlı etkiler oluşturması çok uzun sürmedi. Kuşkusuz bu, dünyanın günümüzde artık küçük bir köy haline gelmiş olduğunu gösteren bambaşka bir olgudur. David Harvey küreselleşmeyi zaman-mekân sıkışması metaforu üzerinden ele alarak kapitalizmin, mekânı zaman aracılığıyla yok ettiğini ve fırtına hızıyla ilerlediğini vurgular. Bundan hareketle küreselleşmenin sadece sermayenin, kültürün, bilginin ve metaların dolaşımını değil endemik olan bir hastalığın da hız yani zaman sayesinde tüm dünyaya fırtına hızıyla yayılabildiğini gözlemlemekteyiz.

Bu bağlamda karşılaştığımız olgunun dikkat çeken yönü Covid-19’un tam da küreselleşme sayesinde bu kadar hızlı yayılıp pandemik bir hale gelmiş olmasıdır. Bu anlamda da metaların yayılma hızına benzer, belki de daha hızlı bir biçimde bu virüs adeta sınırları delik deşik etmiştir. Dolayısıyla ulus-devlet olgusu ortaya çıktığından beri muhtemelen hiçbir güç Covid-19 kadar teritoryal sınırları bu kadar aşıp aciz hale sokmamıştır. Bu durum başta hükümetler olmak üzere toplumun hemen her kesiminde büyük bir endişeyle karşılandı ve dikkatler sınır güvenliği ve yönetimine çevrildi. Covid-19 bağlamında modern teritoryal sınırları ele almadan önce onlarla ilgili birkaç hususa genel olarak değinmek elzemdir.


Teritoryal Sınırlar, Ulus Devlet ve Küreselleşme

Sınır çizmek sosyal uzamı ayırma ve farklılaştırma amacına yöneliktir. Dolayısıyla burası ile orasını, içerisi ile dışarısını, biz ile ötekini, yerli ile yabancıyı inşa edici bir rol oynar. Böylece burası ve orası ile sosyo-politik uzama, içerisi ve dışarısı ile güvenliğe, biz ve öteki ile kolektif kimliğe ve toplumsallaştırmaya, yerli ve yabancı ile de köklülüğe ve sahipliğe vurguda bulunmuş olur. Sonuçta sınır çizmek ya da belirlemek yeniden anlamlandırmak, tanımlamak ve nihayetinde de ayırım yapmaktır.

Westfalya Barış Antlaşması’yla birlikte ulus-devletin prototipi olan modern devletin gittikçe şekillenmesiyle toprağın yanı sıra demografik ve iktisadi unsurların da sınırı çizildi ve egemenlik alanına dâhil edilmiş oldu. Aslında hatları kesin olarak belirlenmiş sınırlar, 18. yüzyıldan itibaren modern devlet sistemi için gittikçe önem arz etti ve ulusların inşa edilmesi sürecinde mitik işlev gördü. Dolayısıyla türdeş bir teritorya ve homojen bir insan kitlesini çerçeveleyen modern sınır anlayışı meşrulaştı ve daha sonra da Batı dışı coğrafyalara empoze edildi.

Westfalya Antlaşması’nın bir ürünü olarak ortaya çıkan modern teritoryal sınır anlayışının üzerinden yaklaşık dört yüzyıl geçti. Bu süreç içerisinde son elli yıllık bir dönem hariç tutulursa ulus-devlet sınırları gittikçe katılaşıp insan, meta ve bilgi akışını durdurdu. Bu anlamda modern ulus-devlet teşekküllünden beri sınırlar devletin egemenliğinin ve gücünün temel göstergeleri olmayı sürdürüyor. Ancak 1980’lerde neoliberalizm ve dolayısıyla küreselleşmeyle birlikte katı ve sert sınırlar yerini yavaş yavaş esnek ve geçirgen sınırlara bıraktı. Dünyanın birçok bölgesinde devletler bölgesel işbirliği anlaşmaları gerçekleştirdiler ve tüm bu gelişmeler karşısında modern ulus devletin pozitivist sınır anlayışından vazgeçildi.  Hatta bu gelişmeler karşısında ulus devletin gittikçe zayıfladığına, onun sonuna geldiğimize veya “Westfalya sonrası düzen”e geçildiğine dair değerlendirmeler yapıldı.  


Ulus Devletin Sınırları

Ancak içinde bulunduğumuz süreçte ulus-devlet sınırlarına dair birbirine zıt denebilecek iki olguyla karşılaşmak mümkündür. Bir taraftan küreselleşmeyle birlikte sınırların eski sert ve ayırıcı fonksiyonlarını yitirdiğini gözlemlenirken, diğer taraftan da bazı devletlerin sınırlarını tahkim etmek için duvar ördüğüne tanık olmaktayız. Dolayısıyla bir tarafta daha önce hiç olmadığı kadar insanların, malların ve bilginin sınır-aşırı akışına; buna karşın diğer tarafta da bunların sımsıkı kontrol edildiği ya da setler çekildiği bir durumla karşılaşmaktayız.

Göçmenlerin yoksulluk, kıtlık ve savaşlar nedeniyle devlet sınırlarını (özellikle de AB’nin sınırlarını)  zorladığı bir dönemde Covid-19 salgının çıkmış olması dikkatleri tekrar sınır güvenliğine çevirdi. Aslında bundan çok daha önce ABD ve AB’ye bağlı üye devletler başta olmak üzere birçok devlet, göçmenlere karşı sınırları sertleştirme girişiminde bulunmuştu. Örneğin ABD’nin 2005 yılında 3 bin km’lik ABD-Meksika sınırına inşa etmeye başladığı “sınır duvar” hem güçlü ve zengin kuzeyi, zayıf ve fakir güneyden ayıran hem de yine güneyden gelen kaçak göçmenlere karşı bir bariyer işlevi görmektedir. Benzer biçimde AB’nin göçmenlere karşı savunulması konusunda büyük bir hassasiyetle üzerinde durduğu mesele AB’nin dış sınırlarıdır. Bu çerçevede AB’nin dış sınırlarında bulunan (ki bunlardan en önemlisi Türkiye’dir) devletleri sınırlarını daha fazla güvenlilikleştirmek için duvar örmeye teşvik etmesi ve bu konuda maddi destek vermesi manidardır.

Bu bağlamda neoliberalizm devlet sınırlarını sermayeye, metaların akışına olabildiğince açık tutarken, diğer taraftan bu sınırları savaşlardan, kıtlıktan ve yoksulluktan kaçan göçmenlere karşı kapatmanın çeşitli yollarını aramaktadır. Hatta FRONTEX (AB Dış Sınırlarının Yönetimi İçin Operasyonel İşbirliği Ajansı) gibi bazı kuruluşlar sırf bu amaçla kurulmuşlardır. Bu kuruluş AB'nin birliğe üye olmayan komşu ülkelerle olan sınır güvenliğinin sağlanması, ulusal sınır muhafızları arasında işbirliği yapılmasını ve sınırlarla ilgili risk analizleri oluşturulması amacıyla kurulmuştur. Kuruluş aşamasında sınır yönetimi işbirliği, ortak politika izlenmesi ve sınır görevlilerinin eğitimi gibi amaçları ön planda olsa da ilerleyen dönemde, özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerinde, AB tarafından Ajans'a tahsis edilen askeri gemi ve personel ile AB'nin "sınır devriyesi" haline dönüşmüştür. FRONTEX tarafından idare edilen RABIT'lerin (Acil Sınır Müdahale Ekipleri - Rapid Border Intervention Teams) sınırı geçmeye çalışan göçmen ve sığınmacı gruplarına, ağır askeri ekipmanlarla müdahale etmesi Avrupa’da ve çevre ülkelerde sivil toplumun tepkisi ile karşılaşmış, gereksiz şiddet uygulamak ve sığınmacı ve göçmenleri daha tehlikeli bir yolculuğa zorlamakla suçlanmıştır.

Dolayısıyla Covid-19 salgınıyla birlikte, çok daha önce böylesine bir misyonu üstenmiş olan söz konusu kuruluş ve benzerleri için bu politikalarını uygulamak ve daha da sertleştirmek için fırsat doğduğu söylenebilir. Nitekim Avrupa Konseyi, Mart ayında aldığı bir kararla AB'nin üçüncü ülkelerle sınırlarının kapatıldığını duyurdu. Elbette başta AB’nin ve diğer devletlerin bu konuda aldığı kararların ve yürürlüğe koyduğu politikaların öncelikli amacı Covid-19 salgınının önüne geçmektir, ancak bu söylem ve politikaların apayrı bir olgu olan göçmenlerin girişini engellemek gibi bir (gizli) işlevi de yerine getirmeye başladığı belirtilmelidir. Covid-19’un daha Avrupa’da görülmediği günlerde AB’nin sınırlarındaki tampon bölgelerde ve İtalya ve Yunanistan gibi ülkelerin kıyılarında bekleyen on binlerce göçmene yönelik dışlayıcı tutum, söylem ve uygulamalar bu işlev hakkında bir fikir vermektedir.     

Nitekim Covid-19’un Mart’ın başında Avrupa’da gittikçe yayılmaya başlamasıyla birlikte yükselişte olan aşırı sağcı popülist hükümetlerin ve taraftarlarının göçmen karşıtlığını körüklemek için Covid-19’un yayılmasından göçmenleri sorumlu tuttuğu ve bunun da aslında sınırları kapatmak için karar alıcıların elini kolaylaştırdığına yönelik değerlendirmeler basına yansımaktadır. Karşılaşılan bu durumun büyük bir kriz olduğu aşikârdır. Ancak Rene Girard’ın dediği gibi kriz dönemlerinin en önemli özelliği krize neden olan bir “günah keçisi” olduğu düşüncesidir. Günah keçisi tespit edilerek tüm suçu ona yüklenir ve sonunda da cezalandırılır. Günah keçisi düzeneğinde suçlu genellikle “ötekilik” özelliklerine sahip olanlardan seçilir. Bu günah keçisi de aşikâr olduğu üzere göçmenlerdir.

Covid-19 ve Sınır Yönetimselliği

Foucault modern devleti kendisinden öncekilerden ayıran en önemli özelliğinin yönetimsellik olduğunu vurgularken devleti bir yönetim pratikleri veya yönetim teknolojileri bütünü olarak ele alınması gerektiğine dikkati çeker. Ona göre yönetimselliğin temel hedefi (nüfus ve ekonominin yanı sıra) güvenlik mekanizmalarıdır. Bu mekanizmalarla devlet, muhtemel toplumsal olguları önceden tahmin eder, ihtimal hesabı yapar ve onları belirlediği yönlere doğru kanalize ederek işler. Bu bağlamda devletlerin sınırlarını Covid-19 nedeniyle kapatmaları sadece salgının daha fazla yayılmasını engellemek için değil, aynı zamanda zaten sınırların esnek olmasından (özellikle göçmenler söz konusu olduğunda) rahatsız olan bazı sağcı popülist hükümetlerin, göçmenlerin girişlerinin önüne geçmek için uyguladıkları bir politik teknoloji olduğu da söylenebilir. Başka bir deyişle özellikle göçmenlerin sınırlarını aşındırmaya çalıştığı devletlerin bu süreçteki sınır yönetimselliğinde göç olgusunun önemli bir yeri vardır. Hatta muhtemelen Covid-19 salgını ilerleyen süreçte söz konusu devletlerin katı sınır politikalarını uzun süreli olarak uygulayabilmeleri için meşrulaştırıcı bir politik medikal aygıt olarak işlev görecektir.

Bu bağlamda sınırlardan giriş yapanların genellikle beraberinde hastalık taşıdığına ve bulaştırdıklarına yönelik zenofobik söylemlerin de ciddi bir payı vardır. Bu söylem ve algıda sınırdan içeri girmekle hastalık bulaştırma arasında kurulan özdeşlik yabancının neden istenmediğinin sebebi olarak öne sürülmektedir. Sınır sosyolojisi ve antropolojisi literatürüne bakıldığında bu algı ve söylemlerle öteden beri karşılaşıldığını görmek mümkündür. Dolayısıyla hastalığın genellikle sınır ötesinde olduğu ve oradan geldiğine dair anlayış geneldir. Bu anlayış “bize” ait olanı yani içerisini “steril” ötekine ait olan dışarıyı “kirli ve hastalıklı” olarak görür. Bunun nedeni de “bizim” her daim negatif özelliklerden ari olduğumuza yönelik kesin inançtır. Bir başka ifadeyle makro düzeydeki sosyopolitik ve ekonomik “cemaatimiz”in çerçevesini belirleyen sınırların “düzenimizi” “kaostan” ayırdığı gibi hastalığa ve kirli olana karşı da toplumsal bedeni koruduğu düşüncesidir.

Bu anlayış her ne kadar Covid-19’la zedelenmişse de -zira belki de yabancılardan daha fazla dış dünyayla temasta bulunan yerli iş insanlarının ve turistlerin de hastalık taşımış olmaları dikkate alındığında- yine de hastalığın kökeni söz konusu olduğunda “kendi kendini doğrulayan bir kehanet” olarak bakışlar dışarıya ve dolayısıyla yabancıya çekilebilmektedir.

Sonuç olarak Covid-19’dan çok daha önce de hem çeşitli söylemlerle hem de katı sınır politikalarıyla yürütülen göçmen karşıtlığının şimdi salgınla birlikte bir üst aşamaya geçeceği  söylenebilir. Göçmenlerin varmak istedikleri hedef ülkelerdeki ayrımcı ve dışlayıcı kesimler ile göçmenlerin “yükünü” taşımak istemeyen hükümetlerin tutumlarının kesiştiği düşünüldüğünde Covid-19 salgının sınırları kapatmak için nasıl da işlevsel ve söylemsel bir aygıta dönüşebileceği tahmin edilebilir. Dolayısıyla sınır ve virüs üzerinden üretilen bir yönetimsel stratejiyle “istenmeyen” insanlar olarak görülen göçmenlerin mağduriyet zincirlerine büyük ve belki de aşılması/açılması zor bir halka eklenmiş olduğunu hatta bununla zincirin üzerine vurulmuş bir kilit olarak kalacağını söylemek mümkündür. Bu da G. Agamben’in “istisna hali” dediği durumun göçmenler için hiç de istisna olmakla kalmayacağına dair işaretler vermektedir.

Paylaş: