Tıbbın Patojenleri: Laboratuvar Olarak Toplum

Tıbbın Patojenleri: Laboratuvar Olarak Toplum

Tıbbın Patojenleri: Laboratuvar Olarak Toplum

20 Nisan 2020

Tıbbın bilimsel denen tarafıyla herkesin anlayabileceği tarafı arasındaki sınır nereden geçer? Bir doktorun söylediklerini ne zaman tam olarak anlamaya başlarız? Tıp toplumdan neden anlaşılmayı değil de uygulanmayı ve itaat edilmeyi bekler? Bugünlerde koronavirüsün sosyal medyayla girdiği reaksiyon, modern dönemde belki hiç olmadığı kadar tıpla aramızdaki duvarı inceltiyor ve bu soruların peşinde düşünmeye imkan tanıyor.

Geçtiğimiz günlerde Ercüment Ovalı’nın tedavi müjdesinin, birçok meslektaşının hızlı tepkisine neden olduğunu gördük. “Bilimsel etik”e uygun olmadığı, ilacın “kistik fibroz” hastalarında zaten kullanıldığı, “repurpose” edilen ilaçların faydalı olabileceği söylendi. Bunun yanı sıra yine sosyal medyada “proteini bloke etmeye” yönelik çalışmaların olduğunu veya “izole edilen” virüsün “genom dizisinin” çıkarıldığını görebiliyoruz. Dahası, ne olup bittiğini anlamasak da bütün dünyada farklı firmalar ve kuruluşlar tarafından yürütülen ilaç araştırmalarını takip edebiliyoruz.

Ercüment Ovalı’yla muarızları arasındaki ihtilafta kimin haklı olup olmadığı, tıbbi jargona ve arkasındaki dünyaya vakıf olmayan toplumun çok büyük çoğunluğu için muammadan başka bir şey değil. Tıp dünyasıyla her karşılaşmada sertçe çarptığımız bu jargon, virüs hakkında kimin meşru yorum hakkına sahip olduğuna dair bir hâle etkisini, diğer bir ifadeyle doktorların simgesel sermayesini pekiştiriyor. “Ben tabi doktor değilim, olayın o tarafına dair bir şey diyemem ama...” Uzmanlıklar arasında bir tür centilmenlik anlaşması gibi görünen bu tür söylem ve temsiller, bir yandan modern yükseköğrenim sisteminde tıbbın en tepede olduğu fakülteler hiyerarşisinden güç alıyor; diğer yandan da meslek grupları arasındaki maddi, sosyal ve itibari eşitsizlikleri tahkim ediyor.

Ercüment Ovalı vakası, bilimsellikten şaşmayan “daha ilkeli” meslektaşlar sayesinde tıbbın yolundan şaşmayacağı ve kendi içindeki ortak akılla doğru çözümü bulacağı izlenimini doğuruyor. Hepimiz tıp dünyasından aşının bulunmasını bekliyoruz, hatta aşının bulunacağından eminiz fakat ne zaman bize ulaşacağını merak ediyoruz. Peki içine bir kere bile girmediğimiz ve muhtemelen giremeyeceğimiz laboratuvarlara güvenimiz nereden geliyor?

Pastörize Toplum

Bruno Latour’un 1984 tarihli Pasteur incelemesi, aşıların tarihinin hiç de tıbbın sunduğu gibi doğrusal, ilerlemeci ve birikimsel olmadığını gösteriyor. Latour’a göre “tıpta devrim” denilen anlatıların arkasında saf rasyonel, kesintisiz, tutarlı ve dış etkilerden azade bir gelişim yok, hiçbir zaman da olmadı. Pasteur’ü mümkün kılan, 19. yüzyıl Avrupa’sında sefalet ve hastalık dolu sanayi şehirleriyle birlikte büyüyen hijyenizm hareketinin bir temsilciye ihtiyaç duymasıydı. Pasteur hastalıkların kaynağı olarak mikrobiyolojik patojenleri laboratuvarda terbiye etmişse de bunun tıp bünyesine yerleşmesi için, bir patojen gibi, kabul etmeye hazır birilerine bulaşması gerekiyordu.

Bu noktada hijyenistler pastörcülüğe sahip çıktılar. Yüzyıl boyunca biriken gayretlerinin belli bir düşmana karşı (mikroplar) devlet desteğiyle pratiğe dökülmesine o kadar ihtiyaçları vardı ki Pasteur 1880’lerde dramatik aşılama sunumlarıyla sahneye çıktığında onu, dönemin bilim dergilerinde görüldüğü üzere alelacele sahiplendiler. Yönteminin geçerliği noktasında birçok araştırmacının şüphelerine rağmen hijyenistler, Pasteur’e hızla atfettikleri otorite sayesinde uzun süredir beklediği nüfuza kavuştu ve böylece halk sağlığı uzmanları olarak bürokrasi içindeki yerlerini sağlamlaştırdılar. Pasteur’ün kabul görmesi olağanüstü dehasının teorik seviyesi sayesinde değil, sosyal gruplar arasındaki güç ilişkileri sayesindeydi.

Fakat düşman artık aramızdaydı. Bütün toplum artık sosyal varlık olarak insanlardan önce mikropların faaliyet alanıydı. Ve bu düşman ancak pastörcüler tarafından görülebiliyordu. O halde üretim, ticaret, siyaset, kültür vs. her türlü sosyal ilişkide araya giren mikroplarla aramıza pastörcülerin girmesi şarttı. Pasteur Enstitüsü’nün dergisinde peynir yapımından havadaki azota, Madagaskar’daki sivrisineklerin yaşam döngüsünden çocukların bağışıklık sistemine, Seine nehrinin kanallarından günlük selamlaşma hareketlerine kadar hayatın hemen her konusu mikrobiyolojik perspektife tercüme ediliyordu.

Böylece enfeksiyon, mortalite, bulaşıcılık, bağışıklık gibi kelimelerden oluşan hijyenist jargon, toplumsal hayatın nasıl sevk ve idare edilmesi gerektiği tartışmalarında 1890’lardan itibaren baş köşeye oturdu. 1902’de kabul edilen Halk Sağlığı Kanunu’yla pastörcü hijyenizmin toplum üzerindeki zaferi kesinleşti. Bizde de benzer bir kanun, 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu 1930’da kabul edilmiştir.

Latour’a göre pastörcü bakteriyolojinin zaferi, serumun icadının da sayesinde doktor-hasta ilişkisini bugüne dek belirleyecek şekilde tıbbın temeline yerleşti. Hastalık kamu düzenine yönelik tehdide, doktor ise halk sağlığı ajanına dönüştü. Bir yanda biyokimya laboratuvarı, klinik doktoru, dezenfeksiyon hizmeti veren belediye, karantina kurallarına uymayanları tespit eden polis ve idari heyetlerden oluşan kamu cephesi vardı; diğer yanda ise kamu düzeniyle mikroplar arasında muharebe meydanına dönüşen, bilgisiz ve dikkatsiz olmakla itham edilen, potansiyel hasta halk yığınları.

Pastörcü bakteriyolojinin hamlesi basitti: Tıbbın odağını hastadan patojene kaydırmak. Bu kayma işleminin merkez üssü mikrobun çoğaltıldığı, izole edildiği, terbiye edildiği laboratuvardı. Önce hastalık toplumdan alınan örnekle laboratuvara taşınıyor; laboratuvardaki kimyevi ve ezoterik tercüme faaliyetinin çıktısı olan aşı da tekrar topluma taşınıyordu. Böylece toplum, laboratuvarın uzantısı, tezgahı haline geldi. 19. yüzyıl boyunca bir karargah ve hedefi olmayan hijyen savaşı, 20. yüzyılda, toplum denen koca canlı organizma üzerinde bir cebr, teftiş ve tatbik meselesine dönüştü. Virüsü izole eden elle toplumu izole eden el aynıydı.

Tıbbi Dekolonizasyon Mümkün mü?

1890’lardan bu yana laboratuvarlara güveniyoruz. Bu konuda Türkiye olarak geri kaldığımız asla söylenemez. Daha 1893’te Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane bünyesinde bir bakteriyoloji laboratuvarı kurulmuştu. Cumhuriyet devrinde mikrobiyolojinin öncülerinden olan Muammer Tunçman 1925’te Pasteur Enstitüsü’nde eğitim almıştı. İlginç olan, modern tıbbın kurumsal beşiğinin Osmanlı’da da Avrupa’da da askeriye olmasıdır. Pastörcü bakteriyolojinin ilkelerini Fransa’da en hızlı benimseyenler, ülkenin genç ve sağlıklı erkeklerini düşman mermisinden önce sıtma ve tifo gibi hastalıklara karşı aşıyla savunmak zorunda olan askeri hekimlerdi.

Dahası, Afrika’daki sömürgelerinde Fransız nüfuzunun bekası, yerlilere bağışıklık nedeniyle zarar vermeyen “yerli” parazit ve mikroplara karşı pastörcülerin görevlendirilmesine bağlıydı. Daha önce erişemediği organlara asepsi sayesinde erişen bir cerrah gibi, bakteriyologların yer aldığı sömürge ekipleri de Afrika’da artık her bölgeye erişebiliyordu. 1901’de Pasteur Enstitüsü’yle birlikte çalışan bir Sömürge Tıp Enstitüsü (Institut de Médecine Colonial) kuruldu. Pasteur Enstitüsü bugün dahi birçok Afrika ülkesinde resmen faaliyette. Geçtiğimiz haftalarda, Fransa’nın Ulusal Sağlık ve Tıp Araştırmaları Enstitüsü’nde (INSERM) çalışan bir doktorun koronavirüs aşısının Afrika’da denenebileceğini söylemesi asla şahsi bir gaf değil. Afrika yüz yıldır büyük ilaç şirketlerinin deney sahası olarak kullanılıyor.

Hangi ülkede nasıl işlediğini bilmediğimiz laboratuvarlara güveniyoruz çünkü aşı ve ilaç çalışmalarının bilim dünyasında ilkeli ve sorumlu bilim insanlarınca denetlendiğine inanıyoruz. Aslında bilimi içeriden ve dışarıdan sarmalayan güç ilişkilerini fark etmek işimize gelmiyor. Güvenmenin tam karşısındaki aşırı şüphe seçeneğinin acil ve pratik fayda sağlamadığını da biliyoruz. Sadece salgın olarak düşünmeyin; normal zamanlarda hastanelerin mikrobiyoloji ve biyokimya laboratuvarını kaldırırsak birçok teşhis ve tedavi imkansız hale gelir.

Salgınla birlikte tıp, genetik, biyoloji gibi bilimleri güç ilişkileri içinde yeniden düşünme fırsatımız var. Bu tespit, vazifesi nedeniyle evladını veya anne babasını göremeyen sağlık çalışanlarının fedakarlığına gölge düşürmez. Bilakis, bu bilimlerin pratik faydalarını herkese azami şekilde sunmak için, bu bilimlere musallat olmuş ilaç şirketlerinin kâr hırsı, devletlerin denetim arzusu, her dönem ekonomik ve kültürel mutasyon geçiren sömürgecilik gibi makrobiyolojik patojenleri izole etmek gerekiyor. Belki ilk yapılması gereken de, en ufak bir eleştiride hemen tekrar edilen bilimsellik vurgusunun nasıl bir toplumsal işlev gördüğünü, hangi güç ilişkilerini doğallaştırdığını tıbbın pratik faydalarından vazgeçmeden masaya yatırmak. Nihayetinde, mikroplarla “savaşta” toplumu bir tür laboratuvar-kışlaya çeviren mevcut söylem ve uygulamaların yan etkilerini önlemek adına, aşı beklentisi gibi evrensel ve doğal görünen sosyal olguların tarihsel kökenlerini ve güncel boyutlarını daha çok tartışmak gerekiyor.  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Paylaş: