Çözülemeyen Sarmal: Eşitsizlik
13 Eylül 2019
Melike Tozlu
YazarÇÖZÜLEMEYEN SARMAL: EŞİTSİZLİK
Ekonomik örgütlenmenin toplumların belkemiğini oluşturduğu günümüz kapitalist sisteminde, kişilerin sınıfsal konumları kimliklerinin öne çıkan unsurlarından biri haline gelmektedir. Bu bağlamda, üst sınıf gruplarının servet dağılımının tamamına yakınını elde tuttuğu hesaba katılırsa ‘zengin’ ve ‘fakir’ üzerinden yapılan ayrımın gitgide daha belirginleşmesi kaçınılmaz bir sonuç gibi gözükmektedir. Liaquat Ahamed, Amerika’da eşitsizliğin tarihini panoramik bir şekilde resmettiği yazısında, bir yandan sermaye tekelleşmesinin sınırlarını sorgularken öbür yandan da bu adaletsiz zincirin kırılabilirliğine dair görüşlerini paylaşıyor;
1831 yılında Fransa Adalet Bakanlığı tarafından ceza infaz sistemini incelemesi için Amerika’ya gönderildiğinde Alexis de Tocqueville 25 yaşındaydı. Birleşik Devletler’de geçirdiği 10 ay boyunca birçok hapishane gezdi, dönemin başkanı Andrew Jackson ve selefi John Quincy Adams dahil olmak üzere onlarca insanla bir araya geldi. Fransa’ya döndüğünde ziyareti süresince yaptığı gözlemlere yer verdiği ve ilk basımı 1835’de yayımlanan ‘Amerika’da Demokrasi’ kitabını yazdı. Kitapta Amerikan bireyciliğinin konformizmle birlikte var olduğu gibi hala geçerli sayılabilecek argümanlara yer veren Tocqueville, aynı zamanda dönemin Birleşik Devletleri’nin eşitlikçi koşullarından oldukça etkilenmişti
Birleşik Devletlerin o zamanın en eşitlikçi toplumu olduğu düşünülürse Tocqueville’in yaptığı değerlendirmenin doğru olduğu görülür. Dönemin Amerikası’nda genç nesil Avrupa’dakine kıyasla daha yüksek maaş alıyordu, araziler de bereketli ve ucuzdu. Zengin insanlar vardı fakat Avrupalı aristokratlar gibi ultra-zengin değildiler. Ülkedeki hakim ideoloji -her ne kadar sadece beyazlar için geçerli olsa da- eşitlikten yanaydı; Amerikanlar zenginler ve yoksullar arasında yalnızca ufak bir fark bulunuyor olmasından hoşnuttular. Thomas Jefferson’ın da ifade ettiği gibi: ‘Toplumun hangi hali bundan daha arzu edilebilir olabilirdi?’
Peki bir zamanlar Batı’daki en eşitlikçi toplum olarak kabul edilen Birleşik Devletler nasıl oldu da en eşitsiz olanlardan birine dönüştü? Ahamed, Amerika’da eşitsizliğin yayılma hikayesini geçtiğimiz 2 yüzyıldır süren inişli çıkışlı bir süreç olarak ele alıyor. Türkiye bağlamı için de farklı zaman dilimleri ve koşullarda gerçekleşse de benzer bir serüvenden bahsedilebilir. Erken cumhuriyet döneminde yeni kurulmuş bir rejimin devletçi politikalara öncelik vermesiyle ortaya çıkan toplumsal refah temelli uygulamalar, sonraları yerini daha liberal ve eşitsizliği besleyici pratiklere bırakmıştır. Türkiye’de 1950’lere kadar kırsal popülasyon toplam nüfus içerisinde ezici çoğunluğa sahipti ve günümüzde kentsel alanlardaki eşitsizliğe bağlı gelişen mekansal ayrışma o zamanlar pek de mevcut değildi. Sınıfsal eşitsizlik muhtemelen kendini bu kadar derinden hissettirmiyordu. Bunlarla beraber, artan küreselleşme ve 1980 sonrası dünya çapında hız kazanan liberalleşme eğilimi ülkelerin iktisadi politikalarını belirlemede öne çıktılar. Refah devleti modelinden uzaklaşılıyor ve piyasanın merkeze alınıp devlet müdahalesinin en aza indirildiği bir düzen benimsenmeye başlanıyordu. Türkiye’nin, 1970 sonlarında yaşadığı iktisadi krizin de etkisiyle, ortaya çıkan yeni paradigmaya ayak uydurma eğilimi göstererek ulusal-kalkınmacı yaklaşımından uzaklaştığı ve yabancı sermaye odaklı büyümeyi öncelik alan bir siyasete ağırlık verdiği görülmektedir. Tüm bu yaşananlar Türkiye’de toplumsal eşitsizliğin gelişim süreci için önemli kırılma noktaları olarak kabul edilir, devletin ekonomideki rolünün değişmesi ile eşitsizliği dengeleyici refah politikaları azalmış, sermayenin küçük bir azınlık elinde tutulur hale gelmesiyle sosyal tabakalaşma derinleşerek artmıştır. Sunar’ın da kitabında (2018) belirttiği üzere son 15 yılda Türkiye’deki en zengin %1’lik grubun toplam servet içindeki payı %39.4’ten %54.3’e yükselmiştir.
Ahamed, Birleşik Devletler’de eşitsizliğin gelişimini gösteren erken bir sistematik girişim olarak, o zamanlar Johns Hopkins’te bir profesör olan Simon Kuznets’in 1955’te yayımladığı ‘Ekonomik Büyüme ve Eşitsizlik’ adlı ufuk açısı çalışmasını örnek gösteriyor. Kuznets yıllar boyu titizlikle topladığı verilerinden yola çıkarak şaşırtıcı bir sonuca ulaşmıştır. Çoğu ekonomist gibi o da özel mülkiyet ekseninde gelişen kapitalist ekonomilerde yaygın trendin zenginin daha zengin olmasına hizmet ettiğini, dolayısıyla da eşitsizliğin zaman içerisinde artacağını varsaymıştır. Ancak bunun yalnızca sanayileşmenin ilk aşamalarında geçerli olduğunu, ilk aşamalar geçtikten sonra ise ABD, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerin ekonomik eşitsizlikler açısından daralma yaşadığını tespit etmiştir. Kuznets, daha fazla ülke hakkında daha fazla veriye ulaştıkça, çoğu gelişmiş ekonomide yoksulların zenginleri yakaladığı çıkarımını yapmıştır. Bu durumu açıklamada iki faktör ortaya çıkmıştır; İlki, yaygın eğitimin artmasıdır. Ülkeler belli bir sanayileşme seviyesine ulaştıktan sonra, beşeri sermaye verimliliği belirlemede fiziksel sermaye kadar önemli hale geliyor ve daha büyük bir ekonomik pay almada eğitimli olmak para sahibi olmanın önüne geçiyordu. İkinci olarak, siyaset ekonominin yerine geçmeye başlamıştı. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan yoksullar, varlıklı kesimi vergilendirmeden yana oy kullanarak paranın yeniden dağıtımını sağlayabileceklerinin yani siyasi güçlerinin farkına vardılar. Kuznets, yaptığı tüm bu önermelerle beraber gelir ve eşitsizlik arasındaki ilişkiyi -eşitsizliğin gelişmenin ilk yıllarında yükselirken sonrasında düşmesi- ters bir U eğrisi üzerinden açıklayan Kuznets eğrisini ortaya koymuştur.
Kuznets eğrisi, birçok iktisatçıya ilham vermekle beraber farklı argümanlarla eleştiriye de tabi tutulmuştur. Daron Acemoğlu ve James A.Robinson beraber yazdıkları makalelerinde (2002), bu eğrinin Avrupa ülkeleri için geçerli olabilme ihtimaline değinmiştir, ancak Sahra Altı Afrika veya Filipinler gibi otokratik bölge veya ülkelerde, eşitsizlik ne kadar yaygın olursa olsun sivil toplum iyi örgütlenemediği için demokratikleşmenin ve yeniden dağıtımın ortaya çıkmadığını öne sürmüşlerdir. Sivil toplumun mobilize olamadığı bir ülkede eşitsizlik ve yoksulluk artsa dahi herhangi bir politik reform meydana gelememektedir. Devamında Doğu Avrupa’da eşitsizliğin arttığı yerlerden örnekler göstererek konunun farklı yönlerine dikkat çekmişlerdir. Ayrıca, Tokatlıoğlu ve Atan (2007) Türkiye’de Kuznets eğrisinin geçerli olup olmadığını sorguladıkları makalelerinde, Türkiye’de eğrinin ters U değil normal U şeklinde ortaya çıktığı, dolayısıyla hipotezin Türkiye bağlamında çalışmadığı sonucuna varmışlardır. Bu durum, Kuznets eğrisinin bağlamsal farklılıkları göz ardı edebilme riski olan bir hipotez olduğunu akıllara getirmektedir.
Kuznets’in makalesi Soğuk Savaş’ın zirve yaptığı zamanlarda yayımlandı. O dönemde Amerikan ekonomisi büyüyordu, artık daha fazla insan koleje gitmeye başlamıştı. Beyaz yaka işleri mavi yaka işlerinin önüne geçiyordu ve Büyük Buhran süresince hükümet sosyal güvenlik ve işsizlik sigortası gibi programlar ortaya koymuştu. Amerikanlar uyguladıkları bu kapitalist sistemi sadece en dinamik ve üretken değil aynı zamanda eşitlikçi ve adil olarak kabul ediyorlardı.1970’li yıllarda Amerika bugünkü herhangi bir İskandinav ülkesi kadar eşitlikçiydi. Akabinde, 1980’lerin başında bir zamandan itibaren eşitsizlik yükselişe geçti. Eğrinin şekli ters U’dan N’ye evrildi; yukarı, aşağı ve yukarı. Bu değişim geçici bir sapma da değildi, yaklaşık kırk yıl boyunca devam etti. Eşitsizlik, dünya çapında yolunda gitmeyen şeyler olduğunu gösterir şekilde, Britanya, Avustralya, Kanada ve Avrupa’nın geniş kesimlerinde, hatta Japonya’da bile artış gösterdi. (Yine de Fransa ve Hollanda gibi eşitsizliğin çok az fark gösterdiği müreffeh ülkeler de olmuştur). Ekonomistler hala daha bu ani değişikliğin sebeplerini tartışmaktadırlar. Vurguladıkları bir önemli etken; Çin, Doğu Avrupa ve diğer az gelişmiş bölgelerin dünya ticaretine açılması iken, öbürü sermaye piyasalarının liberalleşmesidir. Artan ithalatçı rekabet yerli imalatı sağlayan istihdama zarar vermiş ve işçilere verilen ücretleri düşürmüştür. Birçok ekonomistin üzerinde uzlaşıya vardığı bir diğer nokta ise teknolojik değişmelerin vasıfsız işçiler için kati bir dezavantaj ortaya çıkardığıdır.
Ahamed yazısında Binyamin Appelbaum, Branko Milanovic, Milton Friedman gibi alanında öncü ekonomistlerin görüş, yorum ve kavramlarına etraflıca yer vererek bir yandan aktardığı ‘hikayeyi’ genişletirken öbür yandan da anlatısını zenginleştiriyor. Milanovic ve Fransız ekonomistlerin de dahil olduğu Avrupalı iktisatçılar topluluğunun Tocqueville’in izinden gittiklerini ileri süren Ahamed, bu topluluğun tuttukları ayna ile Amerikanların kendilerini daha iyi görmelerini sağladığını belirtiyor. Ayrıca aynı grubun kamuoyunun dikkatini eşitsizlik meselesine çekmeyi başardıklarını, eşitsizliği Gini katsayısı gibi anlaşılmaz istatistiklerle ölçmek yerine ‘gelir dağılımının en zengine gitmesi’ gibi kolaylıkla anlaşılacak tabirleri popüler hale getirdiklerini ifade ediyor. Neticede, Birleşik Devletler’den Güney Asya’ya kadar günümüz dünyasında hemen hemen her ülkenin gündemindeki önemli bir kriz olan ‘eşitsizliğin’ tarihsel kökenleri oldukça güçlü gözükmekle beraber, çözümü için de aynı derinliğe sahip köktenci iktisadi politikalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Kaynakça
https://www.newyorker.com/magazine/2019/09/02/the-rich-cant-get-richer-forever-can-they
Acemoğlu, D. & Robinson, J.A. (2002). The Political Economy of the Kuznets Curve. Review of Development Economics, 6 (2), 183-203.
Sunar, Lütfi (2018). Sosyal Tabakalaşma:Kavramlar,Kuramlar ve Temel Meseleler. İstanbul: Nobel Yayınları.
Tokatlıoğlu, İ. & Atan, M. (2007). Türkiye’de Bölgeler Arası Gelişmişlik Düzeyi ve Gelir Dağılımı Eşitsizliği: Kuznets Eğrisi Geçerli Mi?. Ekonomik Yaklaşım, 18 (65), 25-58.