Devletler Gelir Eşitsizliğini Azaltabilir mi?

Devletler Gelir Eşitsizliğini Azaltabilir mi?

Devletler Gelir Eşitsizliğini Azaltabilir mi?

28 Eylül 2019

"Bireylerin gelirlerinin farklı olması alışılagelmiş bir durum olmakla birlikte toplumun bir kesiminin en temel ihtiyaçlara ulaşamayıp yoksulluk içinde boğuşurken azınlık bir kesimin milli gelirden esas pay alması, insani olarak eleştirilmektedir."

Hem devlet hem de eşitsizlik konusu ayrı ayrı olduklarında bile karmaşık konular olduğundan ikisi arasındaki ilişkiyi ortaya koymak daha da karmaşık bir hal alır. Gelir eşitsizliği, bireylerin milli gelirden farklı oranlarda pay aldığını gösterir. Bireylerin gelirlerinin farklı olması alışılagelmiş bir durum olmakla birlikte toplumun bir kesiminin en temel ihtiyaçlara ulaşamayıp yoksulluk içinde boğuşurken azınlık bir kesimin milli gelirden esas pay alması, insani olarak eleştirilmektedir. Son zamanlarda hem ulusal hem de uluslararası boyutta gelir ve servet eşitsizliği rakamlarıyla bu durumun ne kadar adaletsiz olduğu sıkça gündeme gelmektedir. Gelir dağılımın adaletsizliği konusunda en fazla örnek gösterilen ülkeler olarak Latin Amerika ülkelerindeki huzursuzluk, ekonomik krizler ve toplumsal istikrarsızlık konularının bir değişkeni de gelir eşitsizliğidir.

Gelir adaletsizliğinin en acil çözümü zenginden alıp fakire vermektir. Robin Hood öldüğüne göre bu gelir transferi veya gelirin yeniden dağıtılması kurumsal boyutta devletlere düşmektedir. STK’lar aracılığıyla da yapılan gelir transferi hem gönüllü seviyesinde kalmakta hem de miktarsal boyutta az kalmaktadır. Başta vergi politikası olmak üzere devletlerin geliri yeniden dağıtarak çok daha adil hale getirebilme potansiyeli olan çok sayıda uygulaması bulunmaktadır.

Toplumsal bölüşüme müdahale eden devlete sosyal devlet denilmektedir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı tüm dünyada yaygın şekilde uygulama alanı bulmuşken 1980’li yıllardan sonra neoliberal politikalarla sosyal devlet harcamalarının azaldığı görülür. En geniş tanımıyla sosyal devlet (refah devleti de denilmektedir), ekonomik ve toplumsal yaşama elindeki kamusal araç ve olanaklarla doğrudan ve dolaylı olarak müdahale etme yetkisiyle donatılmış devlet olarak tanımlanabilir. Tanımda geçen kamusal araç ve olanaklar günümüzde çoğunlukla zenginden alınıp yoksula verilen vergileri ifade etmekle beraber sosyal devlet tarihsel perspektifte düşünüldüğünde serbest piyasa ekonomisine doğrudan fiyat müdahaleleri, KİT’lerin ucuza mal üretmesi, zorunlu mal ve hizmetlerin sübvanse edilmesi, ücretsiz sağlık hizmetleri, ücretsiz eğitim, işsizlik ücretleri, dezavantajlı kesimler lehine düzenlemeler gibi epey geniş bir alanda faaliyet göstermiştir, hatta Kıta Avrupası ve İskandinav Ülkelerinde göstermektedir. Buradaki amaç başlangıçtaki durumu ne olursa olsun fırsat eşitliği sağlamak, yoksulluğun önüne geçmek ve toplumsal eşitliği sağlamaktır.  

Peki devletler bunu her zaman yapabilir mi? Sosyal devlet tanımına uygun bir şekilde geliri yeniden dağıtarak daha adil bir gelir dağılımı sağlayabilir mi? Devlet kavramından ne anladığımız ya da devlete nasıl baktığımız cevabımızı da ortaya koyar. Türkiye’de çoğu insanın düşündüğü gibi devletin kutsal olduğunu inanıyorsanız cevabınız kesinlikle evet olur; ama liberalseniz hayır. İskandinav ülkelerinde yaşıyorsanız evet; ama devletlerin hiçbir sorunu çözemediği hatta daha da kötüleştirdiği bir gelişmekte olan ülkede yaşıyorsanız hayır.

Bir devlet, her yıl milyarlarca liralık vergi toplayıp milyarlarca liralık da harcama yapar. Örneğin Türkiye’nin 2019 tahmini bütçe büyüklüğü 961 milyar lira; yani devlet bu kadar büyük bir kaynağı birisinden bir başkasına transfer eder. Bu durumda devlet, liberallerin bizleri sıkça uyardığı gibi, birtakım çıkar gruplarının kontrolüne girerek sosyal devlet anlayışının tam tersi şekilde fakirden alıp zengine verme potansiyelini de taşır. Devletin bu potansiyelini açığa çıkaran uygulamalar şunlardır:   

Kötü vergi sistemi: Devletin daha adil bir gelir dağılımına yol açması için öncelikle az geliri olandan az, çok geliri olandan çok vergi alması gerekir. Toplanan vergilerin çoğunluğunun dolaysız vergilerden (servet ve gelir üzerinden alınan vergiler) oluşmalıdır; ancak neoliberal iktisat politikaları verginin tabana yayılması adı altında dolaylı vergilerin (KDV gibi harcamalar üzerinden alınan vergiler) payı sürekli artarak vergi sistemlerini tam tersi yöne çekmektedir. Yediği bir paket çikolataya zenginin de fakirin de %18 KDV ödemesi dolaylı vergileri adaletsiz yapar. Hatta neoliberal politikalar gelir dağılımının adil olmasıyla ilgilenmezler bile; çünkü üretim faktörlerinin üretime yaptığı katkı kadar üretimden pay alacaklarını savundukları için gelirin üretim faktörleri arasında yeniden dağıtılmasına da karşı çıkarlar, en azından çoğunluğun fikri bu şekildedir. 1980’li yıllardan itibaren neoliberal politikalar, devletleri sadece yerli sermayenin değil uluslararası sermayenin de etkilerine açık hale getirmiştir. Devletler sermaye-işgücü dikotomisinde sürekli olarak sermayenin yanında yer almak zorunda kalması, fakirden alıp zengine verme potansiyelinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Türkiye kötü vergi sistemine sahip ülkeler arasında yer almaktadır. Toplanan vergilerin 2/3’ü dolaylı vergilerden oluşmaktadır, oysa gelişmiş ülkelerin çoğunluğunda dolaysız vergilerin payı 2/3’tür. Yine toplanan vergilerin yarısından çoğu KDV ve ÖTV’den oluşurken, şirket kazançlarına temsilen kurumlar vergisinin payı %10 civarındadır. Çoğu şirket çalıştırdığı asgari ücretli kadar vergi vermemektedir; yani Türkiye’de vergilerin çoğunluğu çalışanlardan ve yoksullardan alınmaktadır.

Yolsuzluk: Az veya çok bütün ülkelerin gündeminde olan yolsuzluk ülkelerin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden bir tanesi olduğundan hükümetlerin ve uluslararası kurumların ilgi alanlarından bir tanesidir. Kıt kaynakların israf olmasına neden olan yolsuzluk, yapılan ampirik çalışmalarda bir ekonomide öngörülebilirliği azaltarak kalkınma seviyesini ve hızını da düşmektedir. Konumuz açısından yolsuzluk kamu kaynaklarının haksız kullanılmasına, belirli ellerde toplanmasına ve ekonomide fırsat eşitliğinin bozulmasına yol açarak gelir eşitsizliğinin artmasına neden olur. Büyük kamu ihaleleri, belediyelerin imar değişikliğine giderek sağladığı arsa rantları gibi örnekler yolsuzlukla ne kadar büyük kaynakların transfer edilebileceğinin örnekleridir.

Kamu kaynaklarının etkin kullanılmaması: Vergilerle toplanan kamu kaynakları bir ülkenin ortak malı olduğu için her bir kuruşu kıymetlidir ve bütün toplum üyelerinin bu kaynaklarda hakkı vardır. Klişe bir ifadeyle kamu kaynaklarının üzerinde “tüyü bitmemiş yetimin” hakkı vardır. Ancak yanlış politikalar, uygulayıcıların kifayetsizliği ve dikkatsizliği gibi nedenlerle kamu kaynakları etkin kullanılmaz ve israf edilir. Kamuda gereksiz ve aşırı istihdam, gereksiz yatırımlar, israf, işlevsiz teşvikler ve sübvansiyonlar ve gereksiz desteklemeler hem kaynakların heba olmasına hem de haksız gelir transferine neden olarak gelir adaletsizliğine hizmet etmektedir. 

Enflasyon:  Devlet kaynaklı olarak gelir dağılımını bozan bir diğer unsur enflasyondur; çünkü enflasyon çoğunlukla yanlış para ve maliye politikalarından kaynaklanmaktadır. Bu yönü pek dikkat çekmese de enflasyonist ortamda gelir dağılımı bozulabilir. Şöyle ki, enflasyonist beklentilerin fiyatlar üzerinde doğrudan etkisi vardır. Ev sahibi-kiracı, işçi-işveren, satıcı-alıcı ilişkilerinde bir taraf (ev sahibi, işveren, satıcı) yüksek artış talep ederken bir taraf (kiracı, işçi, alıcı) mümkün olduğunca düşük fiyat artışı isteyecektir. Burada belirleyici olan hangi tarafın daha fazla pazarlık gücüne sahip olduğudur. Bu ilişkilerde belirleyici olan daha çok ev sahibi, işveren ya da satıcı (özellikle eksik rekabet şartlarında) olacaktır. Bu da zaten dezavantajlı olan tarafın enflasyondan olumsuz etkilenmesine neden olacak ve gelir dağılımının daha çok bozulmasına yol açacaktır. Yapılan ampirik çalışmalara göre enflasyonist ekonomilerde gelir dağılımı sürekli olarak bozulmaktadır. 

Türkiye’de gelir eşitliğinin en fazla adaletsiz olduğu dönem ithal ikameci, planlamaya dayalı ve devletçi iktisat politikalarının uygulandığı 1960-80 dönemidir. Devletçi politikalar beklenilen aksine gelir dağılımını bozucu etki yapmıştır. 1980’li yıllardaki politika değişikliği ve görece sağlanan ekonomik istikrar gelir dağılımının da görece düzelmesine yol açmış; ancak 1990’lı yıllardaki enflasyonist ve istikrarsız dönemde tekrar gelir dağılımı bozulmaya başlamıştır. Türkiye’de gelir dağılımın en eşit olduğu dönem 2000’li yıllardır. 2010’da tarihin en düşük Gini katsayısına ulaşıldıktan sonra 2010’lu yıllarda gelir dağılımı tekrar bozulma eğilimine girmiştir. TÜİK’in bu ay yayınladığı rakamlar bunu doğrulamaktadır. 

2008 finansal frizinden sonra gelir eşitsizliği ve bu eşitsizliğin yol açtığı ekonomik ve toplumsal sorunlar hakkında devasa bir literatür üretilmiştir. Hatta 2011 yılında “Occupy Wall Street, We are the %99” gibi toplumsal hareketler de meydana gelmiştir. Arap coğrafyasında yaşanan istikrarsızlığın da arkasında yatan nedenlerden bir tanesi gelir eşitsizliğidir. Ancak buna rağmen politika uygulayıcılar gelir eşitliğini hedefleyen değil, eşitsizliği artırıcı politikalar uygulamaktadır. Kurumlar vergisi oranının sürekli olarak azaltılması buna örnektir. Doktora tez danışmanımla 2011 yılında bunun sebebini konuşurken, gelir eşitliğinin uygulanan politikalara değil halk hareketlerine bağlı olduğunu söylemişti. Gerçekten de gelir eşitsizliğini artırıcı potansiyeli bulunan devletlerden beklenti kesilip gelir adaleti devletlerin merkezi politikalarla çözemeyeceği  bir sorun olarak görülürse bu konuda daha fazla mesafe kat edilebilir. 


Paylaş: