Eğitimle Yukarı Doğru Hareketlilik

Eğitimle Yukarı Doğru Hareketlilik

Eğitimle Yukarı Doğru Hareketlilik

17 Şubat 2020

Melike Tozlu
Değerlendiren
‘Sosyal tabakalaşma’ olgusunun anlaşılabilmesinde önemli bir rol üstlenen ve bu alanda yapılmış çalışmalara yön veren ‘yukarı doğru hareketlilik’ kavramı, günümüze kadar farklı taraflarıyla ele alınarak birçok akademik çalışmanın merkezini oluşturmuştur. Bu bağlamda, toplumda yukarı doğru hareketliliği sağlamada başlıca araçlardan biri olan eğitimin, elverişli sosyal bağlam ve koşullar sağlandığı takdirde ne denli etkili bir vasıta olabileceği Antonia Kupfer’in ‘’Educational Upward Mobility’’  kitabında ele alınıyor. Kitap; literatür taraması, kuramsal çerçeve, metodoloji, yukarı doğru hareketliliği mümkün kılan sosyal bağlamlar, son olarak da özet ve sonuç kısmı olmak üzere toplam 5 bölümden oluşuyor. Her bölümde meselenin alakalı boyutlarını ayrıntılı bir şekilde değerlendiren Kupfer, İngiltere ve Avusturya’daki eğitim sistemlerini karşılaştırmalı olarak inceleyerek çalışmasının içeriğini zenginleştiriyor.

İlk bölüm araştırma alanının ana hatlarıyla belirlenmesi ve eğitim kanalıyla sağlanan yukarı doğru hareketlilik üzerine mevcut literatürün analiz edilmesi ile başlıyor. Yazar, kitabın odak noktasına sosyal hareketliliği sağlayan bir unsur olarak eğitimi koyuyor, bu konuda çalışmalarda bulunmuş Goldthorpe, Erikson, Merton,Weis gibi öncü isimlerin yaklaşımlarına yer vererek alana dair yürütülmüş olan tartışmaları gözden geçiriyor. Bu noktada çeşitli görüşlerden bahsedilebilir; Metodolojik girişimleriyle sosyal hareketlilik çalışmalarına katkıda bulunan Blau ve Duncan’a göre, sanayileşmiş toplumlarda eğitimin öneminin artmasının altında rasyonellik ve verimliliğe dayalı norm ve değerlerin üstünlük kazanması yatıyordu. Breen ve Jonsson ise 2007’de farklı katılımcılara uyguladıkları bir dizi anketten yola çıkarak tamamladıkları araştırmalarında şu bulgulara ulaşmıştı; İsveç’teki eşitleyici eğitim politikaları yukarı doğru hareketliliği arttırmıştı, ancak bu artışın kalıcı olabilmesi için eğitim sistemindeki dönüşümlerle beraber toplumda meritokratik anlayışın gelişmesi gerekiyordu. Alman sosyolog Ortmann ise 1971’de yaptığı çalışmasında meseleye başka bir perspektiften yaklaşıyordu, ona göre yukarı doğru hareketlilik genelde talihsiz bir şekilde sonuçlanan sancılı bir süreçti. Ortmann, buradaki temel problemin hareketliliğin vadettikleriyle işçi sınıfı üyelerinin ödediği bedelin birbiriyle örtüşmemesinden kaynaklandığını öne sürüyordu.

Yazarın eserinde yer verdiği bir başka görüşe göre Albrecht-Heide ve Bublitz gibi uzmanlar eğitim yoluyla yukarı doğru hareketliliği deformasyon olarak yorumluyor. Özellikle Bublitz’e göre üniversitelerin tepeden inmeci tarzı insan hayatını daha az önemli sayarken, işçi sınıfından gelme kız öğrencilerin hikâyeleri bu baskıcı ortam içerisinde kayıplaşıyor. Theling’in 1984’te 24 kız öğrenciyle yaptığı araştırmanın bulguları da bu tezi destekler nitelikte karşımıza çıkıyor, anketlerde öğrenciler ne işçi sınıfına ne de orta sınıfa ait olduklarını, dolayısıyla yalnız ve dışarıda kalmış hissettiklerini ifade ediyorlar. İlk bölümde son olarak, eğitim sisteminde başarı göstermiş işçi sınıfı üyelerinin karşılaştıkları siyasi bariyerlerden bahsediliyor. Hurst, işçi sınıfı kökenli 21 öğrenciyle yaptığı görüşmeler sonrasında, katılımcıların politik tutumlarını esas alarak örneklemini ‘sadıklar’ (loyalists) ‘dönekler’ (renegades) ve ‘ajanlar’ (double agents) olmak üzere üçe ayırıyor. Sadıklar;  kolej ortamına adapte olmakta zorluk çeken ve rekabetçi bireysellik gibi burjuva değerlerinden rahatsızlık duyanlara, dönekler; işçi sınıfı olarak anılmaktan utanç duyanlara, ajanlar ise bu iki kutup arasında gidip gelenlere karşılık geliyor.

İkinci bölüm olan ‘theoretical perspective’de Kupfer, araştırmasının teorik iskeletine oturttuğu Bourdieu’nun kuramsal perspektifini okuyucuya detaylı bir şekilde tanıtıyor. Çalışmasında bu perspektifi kullanmasının ardındaki gerekçelerden ilkini, Bourdieu’nun yapı ve eyleyiciyi birbirinden ayrılamaz kabul etmesi olarak gösteriyor. İkinci gerekçe ise, Bourdieu’nun teorisinin, güç ilişkilerine bağlı ortaya çıkan sosyal eşitsizliklerin anlaşılmasında açtığı alan Kupfer’in araştırmasına katkı sağlayabiliyor. Kupfer gösterdiği 3.gerekçeyle araştırmasının amacını da ifade etmiş oluyor; işçi sınıfı üyelerinin sayılarını hesaplamak ve nicel sonuçlara ulaşmak yerine, onların eğitim yoluyla yukarı hareketlilik sürecini anlamlandırmaya çalışmak. Bourdieu perspektifini çalışmasının merkezinde konumlandıran yazar, özellikle habitus’un üzerinde durmak üzere sermaye, field ve social space gibi araştırmasıyla ilişkili kavramları analiz ediyor. Bu bağlamda, Kupfer’in toplumları sınıflı yapılar olarak ele alması Bourdieu’nun yaklaşımıyla paralellik arz ediyor.

Kitabın üçüncü bölümünde çalışmasının metodolojisini detaylı bir şekilde açıklamayı amaçlayan yazar, araştırmasının temelini 12’si Avusturya’dan ve 6’sı İngiltere’den olmak üzere, tamamı işçi sınıfından gelen toplam 18 katılımcıyla yaptığı mülakatlara dayandırıyor. Mevcut literatürün genellikle işçi-sınıfı mensuplarının eğitimde karşılaştığı zorluk, engel ve problemlere odaklandığını öne süren Kupfer,  işçi sınıfından gelen öğrencilerin yüksek öğretime ulaşma sürecindeki yapıcı ve kolaylaştırıcı faktörlere pek değinilmediğini belirtiyor. Kendi araştırmasının böyle bir boşluğu doldurmayı amaçladığını ifade eden yazar, yöntemsel olarak Bourdieu ve Rosenthal’ın perspektiflerini bir araya getiriyor. Bu noktada her iki ismin kuramsal yaklaşımını kısaca şöyle tarif ediyor; Bourdieu yaşam tarzlarını analiz ederken kendi oluşturduğu teorik kategorileri kullanırken, Rosenthal katılımcıların hayat hikâyelerini daha iyi kavrayabilmek adına gerekli yöntemsel araçları geliştirmiştir.

Dördüncü ve son bölümde bir yandan görüşmecilerin hayat hikayeleri analiz edilirken, öbür yandan katılımcıların yaşamlarının hangi noktalarında değişim yaşadıkları ve bu değişimi mümkün kılan etkenler derinlemesine ele alınıyor. Kitabın başından itibaren çalışmasının ayırıcı noktalarını açık bir şekilde ortaya koyan Kupfer, eğitim yoluyla yukarı doğru hareketlilikte karakter özelliklerinin belirleyici olduğu tezini reddederek hareketliliğin gerçekleşmesinde sosyal bağlamın önemine dikkat çekiyor. Bu noktada, katılımcıların anlatılarını titizlikle çözümleyen yazar, güvenli yaşam koşullarından, sevgi dolu aile atmosferine, fiziki durum yetersizliğinden Katolik Kilisesi’nin modernleşmesine; işçi-sınıfı dostu eğitim politikalarından çevre desteğine kadar yukarı doğru hareketlilikte belirleyici olan birçok tema ortaya çıkarıyor. Bu temaların her birini yaptığı görüşmelerdeki alıntılarla ilişkilendirerek güçlü bir teori-pratik sentezi inşa ediyor.

Sonuç olarak, her bölümde yaptığı detaylı açıklamalarla Kupfer, literatür içerisinde nasıl bir boşluğu doldurduğunu oldukça ikna edici bir şekilde okuyucuya sunuyor. Kitap boyu bize hatırlattığı argümanlarını, hem farklı figürlerin perspektiflerini birleştirerek oluşturduğu zengin teorik çerçeveyle, hem de yaptığı saha çalışmasında elde ettiği verilerle harmanlayarak öne sürdüğü tezleri güçlendiriyor. Bunu yaparken mevcut literatürdeki tartışmalara sık sık atıfta bulunması ve kendi argümanlarını mukayeseye tabi tutması,  yazarın tezlerini daha bütünlüklü bir şekilde değerlendirmemizi mümkün kılıyor.

Paylaş: