Salgınla Başa Çıkmak: Hayat İçin Sosyoloji

Salgınla Başa Çıkmak: Hayat İçin Sosyoloji

Salgınla Başa Çıkmak: Hayat İçin Sosyoloji

04 Nisan 2020

Tıp dünyasının isimlendirmesiyle COVID-19 salgını son 50 yılın belki de en büyük sosyal krizi olarak karşımıza çıktı. Bildiğimiz dünyayı, son yıllarda giderek alıştığımız küresel hareketliliği yapı bozumuna uğratan bu “görünmez düşman” en ileri sağlık sistemlerinin dahi önlemlerini aşıyor ve sosyal hayatın ortasına kuruluyor. En sevdiğimiz insanlarla iletişim biçimimizi değiştiriyor, en eski alışkanlıklarımızı kesintiye uğratıyor. Bugün tıbbi ve teknik yetersizliğimizin yanı sıra sosyal düzenekleri de gözden geçirme ihtiyacını hissediyoruz. Salgının mevcut dinamiklerini ve muhtemel sonuçlarını anlamak adına, tam da toplumsal hayatın bütün bileşenlerine nüfuz etmesinden dolayı, toplumsal hayatın bütün bileşenlerini birlikte okumamız gerekiyor. 

Salgınların oluşturduğu sorunların çözümü sosyal yapının kendisini yeniden kurma kapasitesinde saklıdır. 

Salgınlar temelde sosyal hadiselerdir. Dünya tarihindeki büyük dönüşümlerin ve kırılmaların önemli bir kısmının arkasında salgınlar ve afetler bulunur. Salgınların oluşturduğu sorunların çözümü de bu sebeple sosyal yapının kendisini yeniden kurma kapasitesinde saklıdır. Günlük rutinler, iş akışları, kurallar (hatta kuralsızlıklar), kurumlar, ağlar ve hatta problemler sosyal yapının önemli bileşenleridir. Bu bileşenler ile toplumun gelişim ve değişim seyrinin ilişkisinin iyi anlaşılması bir gelecek muhayyilesi için temel başlangıç noktasını teşkil eder.

Çin’de salgının ortaya çıkmasının hemen ertesinde birkaç hafta içinde Türkiye’de Sağlık Bakanlığı bünyesinde bir “bilim kurulu” teşkil ettirildi ve gelişmeleri takip edip yöneticilere tavsiyelerde bulunma ve yol gösterme vazifesi bu kurula verildi. Bu kurulun çabalarının süreç yönetimi anlamında çok olumlu sonuçlar verdiğini görüyoruz. Bunun için uzmanlıklarını ülkenin hizmetine sunan bu bilim insanlarına müteşekkir olmalıyız. 

Ancak toplumda salgın süreci ve sonrasında oluşan ve oluşacak sosyal, ekonomik, psikolojik, manevi ve siyasi sorunlar daha çok konuşulurken kararlara ve uygulamalara yön vermesi beklenen bilim kurulunun sadece tıp hekimlerinden (onların da bir kısmından) oluşması, yüklendiği misyon ve aldığı sorumluluk açısından sorunlu gözüküyor. Salgın kelimesinden başlamak üzere meselenin tıbbi bir kalkış noktası olduğu düşünülürse düşmanla mücadele edecek bilim dalının tıp olması makul gelebilir ancak meselenin gidişatı asla tıptan ibaret kalmayacak. Sosyal, siyasi, ekonomik, hukuki, manevi ve kültürel boyutları itibarıyla tıbbi veçhesinden çok daha kalıcı etkiler bırakmaya şimdiden başlamış bir meseleden bahsediyoruz.

Denilebilir ki zaten karar alıcıların bu konularda danışmanları, kurumlarda bu hususları dikkate alan çok sayıda uzman bulunuyor. Sürecin yönetiminde sosyal gerekçe ve gereksinimlerin dikkate alındığını gösteren gelişmeler, alınan kararlar neticesinde ortaya çıkan bazı mahzurların hızla giderilebilmesi bu itirazları kısmen haklı kılıyor. Ancak bu tür süreçleri her yönüyle bütüncül yönetmek yerine sadece tıbbi tarafına odaklanmak, hastalığa karşı bütün bir hastane düzenini ve işleyişini hazırlamak yerine tek tek hastalarla ilgilenmekten farksız. 

Nasıl ki salgın hayatı bütüncül olarak etkiliyorsa ona karşı alınacak tedbirlerin de bütüncül olması gerekir. 

Bu sebeple hayatın, sağlığın, hastalığın, evde kalmanın ve fiziki mesafeyi korumanın toplumsal boyutunu süreç yönetiminde hesaba katılması hayati ve elzemdir. Ancak bu katılımı sağlamak üzere ayrı bir bilim kurulunun teşekkülü başka sorunlar doğurabilir. Nasıl ki salgın hayatı bütüncül olarak etkiliyorsa ona karşı alınacak tedbirlerin de bütüncül olması gerekir. Bu sebeple ayrı bir kuruldan ziyade alt komisyonlar halinde çalışan ama birlikte hareket eden bir üst kurula ihtiyaç bulunmaktadır. 

Böyle bir organizasyon bünyesinde, Türkiye’de bilimsel disiplinlerde sık gördüğümüz alan taassubu engel olmazsa çözüme çok katkı sağlayacak ve belki de bundan sonrası için örneklik teşkil edecek bir disiplinler arası dayanışma örneği ortaya çıkabilir. Bilimsel uzmanlıkların sıkı bir dayanışma ve koordinasyona ihtiyacı var. Oluşturulacak bu alt kurullar sadece bugün için çözümlerde isabetli davranmaya değil bu süreç geçtikten sonra ortaya çıkacak sosyal rehabilitasyon ve yapılandırmada da önemli katkılar sağlayacaktır.

Bununla birlikte mesele sadece karar alıcıların ve yöneticilerin sosyologları (ya da sosyal bilimcileri) işe dahil etme inisiyatifleri ile kapanmaz. Sosyal bilimcilerin de alıştıkları teorik ve yöntemsel kalıpları kırmaları gerekiyor. COVİD-19 bütün bir uluslararası sistemi, sağlık sistemlerini ve piyasaları hazırlıksız yakaladığı gibi ekonomiden psikolojiye birçok disiplini de hazırlıksız yakaladı. Bugün sosyal araştırma yapan, veriye dayalı analizler gerçekleştiren, belirli alanlarda derinleşmeyi merkeze alan sosyologlarımızın sayısının az olmasının ne büyük bir eksiklik olduğunu hissediyoruz. 

Bu krizle birlikte toplumdaki kırılganlıkları yeniden ve daha açık bir biçimde fark ettik. 

Bu krizle birlikte toplumsal yapıların aslında zaten farkında olduğumuz pek çok kırılganlığını yeniden ve daha açık bir biçimde fark ettik. Kapitalizmin suni bir biçimde endüstriyel olarak ürettiği kültürün krizini de buna eklemeliyiz. Biz sosyologlar olarak emek ve istihdamın yaşadığı sorunları konferanslarda, seminerlerde ve derslerde konuşuyorduk. Yoksulluk, eşitsizlik ve işsizlik gibi sorunlarla ilgili çok sayıda tekil araştırma yapılıyordu. Son yirmi yılda ülkemizde artan saha yönelimli araştırmalarla sağlık sisteminin sorunlarını, ailenin dramatik bir biçimde zayıflamasını, yaşlanan toplumun açmazlarını, artan siyasal kutuplaşmanın maliyetlerini ve gittikçe umudunu kaybeden bir gençliği resmetmede epey mesafe kat ettik. 

Ülkesinin gidişatına sahadan bakan toplumun içinden somut ve gerçek bilgiye dayanarak yaklaşan bir sosyolog aslında bu tür krizlerde görev almak için çağrı beklemez.

Ülkesinin gidişatına sahadan bakan; sorunlara toplumun içinden somut ve gerçek bilgiye dayanarak yaklaşan bir sosyolog aslında bu tür krizlerde görev almak için çağrı beklemez. Sosyoloğun her daim vazifesi, toplumsal hayatın adilce ve haysiyetli şekilde idamesini temin edecek bakış açılarını ve elbette uygulamaları keşfetmektir. Sosyoloji hayat için olduğu ölçüde değerlidir. Yaşadığımız kriz, sosyologların konforu bir an evvel terk edip hayatın içine dönmeleri gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. Toplumun içinden nefes alan ve onun gözünü kullanan gerçekçi bir analize ihtiyaç var. Bunu sağlamak için sosyoloğun üniver“site”den çıkıp halka karışması gerekecek.

Toplum mekanik bir varlık değildir. Toplum da insan bedeni gibi zora düştüğünde kendisini selamete çıkaracak “sempatik” bir işleyişe sahiptir. 
Bu tür kriz zamanlarının gösterdiği en önemli husus toplumların mekanik varlıklar olmadığıdır. İnsan bedeninin umulmadık şokları atlatmasındaki en önemli yardımcısı uyum gösterme kabiliyetidir. Eğer insan bedeni mekanik bir işleyişe sahip olsa muhtemelen hayatını sürdüremezdi. Vücudumuz karşımıza çıkan sorunları aşmamız için ihtiyaç duyduğumuz enerjiyi sağlayan “sempatik bir sinir sistemine” sahip. Çok yoğun bir acı duyduğumuzda salgılanan yüksek düzeyli safra bizi hayata tutunduran bir dengeleyicidir mesela. Ya da tehlikeden kaçış anında kalbimiz daha hızlı atarak ciğerlere daha fazla oksijen almayı mümkün kılar ve böylece vücudun ihtiyaç duyduğu acil enerjiyi sağlar. 

Bütün bunlar insanın doğal uyum ve dengeleme kabiliyetini gösterir. İnsan gibi toplum da hep zannedildiği gibi mekanik bir işleyişe sahip değildir. Toplum zora düştüğünde kendisini selamete çıkaracak “sempatik” bir işleyişe sahiptir. Bu düzensiz işleyiş bilim tarafından “irrasyonel olarak görülen”, insanlar arasındaki dayanışma ve sahiplenme davranışlarıyla açığa çıkar. Mesela aşk, annelik ve dostluk mekanik sosyal bilimin gözünde çözemediği bir hatadan ibarettir. Halbuki bugün gördüğümüz üzere kriz zamanlarında toplumu düzenli işleyişler ve mekanik kurumlardan ziyade bu “mükemmel hatalar” ayakta tutmaktadır. Bu düzensiz düzenliliği, karmaşık sistemi anlayabilmek için sistematik araştırmalarla birlikte “hayatın içinden” bir bakış gerektiğini bir kez daha görüyoruz. 

Sosyologlar topluma karışarak krizlere, salgınlara, dönüşümlere karşı hazırlıklı olabilirler.  Yaşadığımız salgın toplumu dönüştürüyor ve bize de onu anlama biçimimizi gözden geçirmemiz için bir fırsat sunuyor. 

Bugünler geçecek ve toplum tekrar yeni bir rutin oluşturacak. Ama sosyologların rutinlerine dönmemeleri, topluma karışmayı ve ancak bu şekilde krizlere, salgınlara, dönüşümlere karşı hazırlıklı olmayı öğrenmeleri gerekiyor; bir anlamda disiplinin doğası gereği aslında hep sağladığı zihinsel bağışıklığa sahip olmaları. Yaşadığımız salgın toplumu dönüştürüyor ve bize de onu anlama biçimimizi gözden geçirmemiz için bir fırsat sunuyor. Şimdi hayatı idame ettirmek için her zamankinden daha fazla yeniden ve yenilenmiş bir sosyolojiye ihtiyacımız var. Hayat için ve hayatın içinden bir sosyoloji için bu başlangıcı iyi değerlendirmeliyiz.
 
 
 


Paylaş: