Virüs Küreselleşmenin Yol Haritasını Takip Ediyor

Virüs Küreselleşmenin Yol Haritasını Takip Ediyor

Virüs Küreselleşmenin Yol Haritasını Takip Ediyor

11 Nisan 2020




Koronavirüs (COVID-19) salgını hakkında yürütülen tartışmalarda sıklıkla gündeme gelen bir husus, salgının küreselleşmeye etkisinin ne olacağıdır. Bu bağlamda, küreselleşme sürecinin kesintiye uğrayacağı; ulusların ve devletlerin bir içe kapanma sürecine girecekleri yine sıklıkla ifade ediliyor. Bu iddia ve tahminlerin sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi için öncelikle küreselleşmenin ne olduğunun ele alınması ve sonrasında salgın sürecinde küreselleşmenin rolünün irdelenmesi gerekiyor.

Küreselleşmeyi Doğru Anlamak

Küreselleşmenin üzerinde ittifak edilen bir tanımı ve kronolojisi yoktur. Bunun yanı sıra, küreselleşme diye bir sürecin varlığını tümden reddeden veya küreselleşme tartışmalarını yanılsama veya aldatmaca olarak nitelendiren hatırı sayılır sayıda araştırmacı ve düşünür bulunmaktadır. Yine de akademideki ve kamuoyundaki yaygın kanaate baktığımızda küreselleşmenin, 1970’lerde başlayarak Soğuk Savaş sonrası dönemde iyice hızlanan ve artan mal, sermaye, insan, bilgi ve veri akışları ve tüm dünyayı ve toplumları içine alan bir karşılıklı bağlantılılık ve bağımlılık durumu üzerinden tanımlanabileceğini görüyoruz.

Küreselleşme sürecinin en belirgin olduğu ekonomiyi ele aldığımızda ise yaşanan en önemli değişimin Eski Uluslararası İşbölümünün yerini Yeni Uluslararası İşbölümüne bırakması olduğunu gözlemliyoruz. Dünya Sistemi ve Bağımlılık okullarınca ayrıntılı bir biçimde resmedilmiş olan ve merkez (sanayileşmiş) ülkelerin çevre ve yarı çevre (gelişmekte olan) ülkelerden gelen ham maddeyi ürüne çevirerek diğer merkez ülkelere ve çevre ülkelere sattığı sistem 1970’lerden başlayarak yerini üretimin parçalandığı ve bütün dünyaya yayıldığı bir sisteme bırakmıştır. Ekonomik coğrafyacı Peter Dicken’ın ifadesi ile önceki dönemlerin yüzeysel entegrasyonundan derin ve işlevsel bir entegrasyona geçilmiştir.

Ekonomik sistemin değişiminde iki etken bulunuyor: iletişim ve taşımacılık gibi alanlarda yaşanan ve sürecin altyapısını ortaya çıkaran gelişmeler ve devletler ve uluslararası yapılar tarafından ortaya konan spesifik politika tercihleri. 

Bu geçişin yaşanmasında ise iki etken göze göze çarpıyor. Bunlardan ilki iletişim ve taşımacılık gibi alanlarda yaşanan ve sürecin altyapısını ortaya çıkaran gelişmelerdir. İkincisi ise devletler ve uluslararası yapılar tarafından ortaya konan spesifik politika tercihleridir. Bu bağlamda, neoliberal olarak nitelendirilen ekonomik model, 1970’lerin sonu ve 1980’ların başından itibaren bütün dünyada hakim olmuştur. IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) uygulanmasında öncü olduğu ve Washington Konsensüsü olarak da adlandırılan bu model, uluslararası ticaret ve yatırımların üstündeki kısıtlamaların kaldırılması ve devletlerin ekonomideki doğrudan varlıklarının ve etkilerinin azaltılması gibi politikaları içerir.

Ekonomik alanda yaşanan değişimi ortaya çıkaran bu iki etkeni birbirinden kesin olarak ayrıştırmak mümkün olmasa da ayrı ayrı ele almak, salgının küreselleşme sürecine etkisinin anlaşılması açısından da önemlidir. Bu iki etkenden ilki, tartışmalarda zaman zaman kullanılan ifade ile insanın durumunda (human condition) ve yaşam biçimimizdeki kalıcı bir değişime işaret ederken diğeri ise daha bağlamsal ve değişken politika tercihlerine işaret eder. Küreselleşme tartışmalarındaki en önemli isimlerden biri olan sosyolog Roland Robertson ilk etkene vurgu yaptığı tasvirinde küreselleşmeyi, dünyanın sıkışarak ve küçülerek tek bir mekân haline gelmesi ve tek bir dünya bilincinin ortaya çıkması olarak açıklamıştır. Klasik sosyal teorideki yapı ve fail tartışmasını da çağrıştıran bu ayrım, salgın sonrası dünyada neyin kalıcı olacağı ve neyin değişebileceğini anlamak açısından önemlidir.

 

Salgında Küreselleşmenin Rolü

Sosyolog Ulrich Beck’in küreselleşme tartışmaları bağlamında ortaya attığı “risk toplumu” kavramsallaştırması salgının gelişimi ve yayılımında küreselleşmenin oynadığı rolü tartışmak açısından iyi bir başlangıç noktasıdır. Kısaca ifade etmek gerekirse, Beck’e göre önceleri daha yerel veya ulusal olan risk rejimi, küreselleşme sürecinde yerini küresel bir risk rejimine bırakmıştır. Buna göre, iki veya üç yüz yıl önce dünyanın herhangi bir yerinden yaşanan bir ekonomik çöküş veya salgın hastalık dünyanın öbür ucunda yaşayan insanlara çok az ve yavaş etki ederken bugün çok daha hızlı bir biçimde ve doğrudan etki edebilmektedir.

COVID-19 salgınının gelişimine baktığımızda küreselleşmenin tanımı içinde vurguladığımız mal, sermaye ve insan akışları bağlamında istikrarlı ve hızlı biçimde artmış olan yatırımcı, profesyonel, işçi, turist ve göçmen akışlarının önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Mesela, İtalya’da salgının merkezi olan Lombardiya bölgesi ve Milano kenti tekstil ve moda sektörlerinde faaliyet gösteren binlerce Wuhan kaynaklı Çinli yatırımcı ve göçmene ve çok sayıda ortak yatırıma ev sahipliği yapıyordu. Almanya’daki ilk COVID-19 vakaları da Wuhan bölgesinde fabrikası olan bir Alman firmasının Çinli bir çalışanın Almanya’ya yaptığı iş ziyareti sonucunda ortaya çıktı.

Salgının en yoğun olarak kendini gösterdiği bölgeler ise küresel ekonomide mal ve sermaye akışlarının en yoğun olduğu bölgeler olan ve küresel üçlü (global triad) olarak da adlandırılan Güneydoğu Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika.

Salgının en yoğun olarak kendini gösterdiği bölgeler ise küresel ekonomide mal ve sermaye akışlarının en yoğun olduğu bölgeler olan ve küresel üçlü (global triad) olarak da adlandırılan Güneydoğu Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika. Farklı zamanlarda yapılan hesaplamalara göre dünyadaki toplam uluslararası ticaret ve yatırımın (doğrudan ve parasal yatırımlar) üçte ikisi ile %80’i arası bu bölgeler arasında gerçekleşiyor. Bu bağlamda, bahsi geçen akışlar ve karşılıklı bağlantılılık ve bağımlılık durumu arttıkça riskin de arttığını bu üç bölge örneğinde görüyoruz. Bu bölgeler arasındaki akışların yönetim merkezleri ve bağlantı noktaları olan New York, Londra ve Milano gibi küresel şehirlerin de salgının merkez üsleri olduklarını hatırlamak faydalı olacaktır.

Tecrübe ettiğimiz hali ile küreselleşme sürecinin salgınla baş etme hususundaki en önemli etkisi veya eksiği, riski küresel hale getirirken risk ile mücadele için gerekli olan küresel yönetim ve işbirliği mekanizmalarını ortaya çıkaramamasıdır. Bu noktaya 2000’lerin başında işaret eden sosyolog Gary Gereffi, küreselleşmenin ciddi bir yönetim açığına sebep olduğunu savunmuştur. Yönetim olgusunun farklı boyutlarını ele alan Gereffi, üç yönetim biçimi tanımlamıştır. Bunlar, mülkiyet hakları ve serbest rekabet gibi piyasanın işleyişini sağlayan kolaylaştırıcı (facilitative) yönetim, işçi hakları ve çevresel düzenlemeler gibi piyasa faaliyetlerinin sınırlarını çizen düzenleyici (regulatory) yönetim ve son olarak sosyal harcamalar, emeklilik ve sağlık hizmetleri gibi insanları piyasanın olası yetersizliklerine ve olumsuz etkilerine karşı koruyan paylaşımcı (redistributive) yönetim biçimidir.

Ulusal düzeyde bu üç yönetim biçiminin bugüne kadar devletler tarafından sağlandığını belirten Gereffi, küresel seviyede ise önemli açıklar olduğunu ifade etmiştir. Küresel seviyede yönetim ve işbirliği zemini sağlama görevini üstlenmiş görünen uluslararası örgütler bugüne kadar genellikle kolaylaştırıcı yönetim rolünü oynamışlardır. Uluslararası örgütler içinde en güçlüleri olan IMF ve DTÖ’nün Washington Konsensüsü politikalarının uygulanmasındaki rolleri buna örnektir. Düzenleyici ve paylaşımcı yönetim görevlerini üstlenebilecek Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) veya Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) gibi diğer uluslararası örgütler ise IMF ve DTÖ’ye göre oldukça zayıftır ve kayda değer bir yaptırım güçleri söz konusu değildir.

 

Salgın Sonrası Küreselleşme

Salgının seyrine, devletlerin ve toplumların salgınla baş etme süreçlerine baktığımızda küreselleşme sürecinde yeni uluslararası işbölümü bağlamında belli ürünlerin ve hizmetlerin üretimine yoğunlaşırken diğer hizmet ve ürünler için diğer ülkelere bağımlı hale gelen ülkeler için olumsuz sonuçlar ortaya çıktığını gözlemliyoruz. AB üyeleri veya ABD gibi ülkelerin yüksek sermaye ve alım gücüne rağmen birçoğu düşük teknolojili ürünler olan sağlık ve korunma ekipmanlarının tedarikinde ciddi sıkıntılarla karşılaşıyor. Bu bağlamda, mukayeseli üstünlük temelli bir uluslararası işbölümünün, salgın sürecinde gelen ihracat yasakları sebebi ile birçok ülkeyi açıkta bıraktığını ve piyasanın gizli elinin küresel bir krizde herkese ihtiyacı olanı sağlama konusunda yeterli olmadığını söylemek mümkün.

Uluslararası örgütleri ele aldığımızda ise sağlık alanında yaşanan bir küresel krizin ana muhatabı olan Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ), düzenleyici ve öncü bir rol yerine kısıtlı ve sonuç olarak etkisiz bir rol oynadığını görüyoruz. DSÖ’nün salgın sürecinde aciz görünen durumu, uluslararası örgütlerin yukarıda işaret edilen güç ve yönetim biçimleri asimetrisi sorununu göz önüne seriyor.

Bu bağlamda, salgının ortaya çıkardığı olumsuzlukların ve önümüze serdiği yetersizliklerin önümüzdeki günlerde devletlerin ve kamuoylarının gündeminde önemli yer tutacağı ve farklı arayışları gündeme getireceğini tahmin etmek pek de zor değildir. Bu süreçte en azından bazı ülkelerin temel sağlık ve gıda gibi sektörlerdeki ürünleri stratejik olarak tanımlaması ve ülke içinde üretim kabiliyetlerini artırma ve muhafaza etme gibi arayışlara girmesi beklenebilir. Bu sektörlerin savunma sanayi gibi görülmeye başlanması ve güvenlikleştirme girişimlerinin ortaya çıkması da söz konusu olabilir. Devletler bu tür girişimlere en azından salgın sürecinde ürken kamuoylarını yatıştırmak için kalkışacaklardır.  

Salgının kısa vadede içe dönme ve dünyadan izolasyon gibi bir görünüm oraya çıkarsa da küreselleşme sürecini durduracak veya tersyüz edecek bir etkisi olmayacaktır.

Bu durum, kısa vadede içe dönme ve dünyadan izolasyon gibi bir görünüm oraya çıkarsa da küreselleşme sürecini durduracak veya tersyüz edecek bir etkisi olmayacaktır. Öncelikle yüksek oranda kendine yeterlik çoğu ülkenin başarabileceği bir şey değildir. Nüfusu az, ekonomisi küçük, doğal kaynakları yetersiz ve coğrafi ve iklimsel kısıtları olan ülkeler için böyle bir seçenek yok. Yeterli büyüklüğe, kaynak zenginliğine, uygun coğrafi konuma ve iklimsel çeşitliliğe sahip az sayıdaki ülke için bile kapsamlı bir içe dönüş çok ciddi sorunlar ortaya çıkaracaktır. Şirketlerin bağımlı oldukları dış pazarları kaybetmesinin ortaya çıkaracağı ekonomik sıkıntılar ve yükselen isçilik maliyetlerinin sebep olacağı fiyat artışları ve enflasyon ortaya çıkabilecek olumsuz etkilerden sadece bazılarıdır. Küreselleşmenin olumsuz etkilerinin uzunca süredir iç politikayı meşgul ettiği ve Donald Trump gibi bir lideri iktidara taşıdığı ABD’de ülkenin kendisi ile özdeşleşmiş McDonalds, Starbucks ve Apple gibi devasa firmaların yıllık cirolarının yarıdan fazlasının ABD dışındaki pazarlarda üretildiği unutulmamalıdır.

Küreselleşmenin salgın sonrası dönemdeki akıbeti ile ilgili en önemli husus ise yukarıda ifade edilen insanın durumundaki değişim olarak ifade ettiğimiz olgudur. Salgının insanın durumunda bir değişikliğe sebep olacağı ile ilgili herhangi bir işaret yoktur. Böyle bir sonuç ancak distopya temalı kurgu kitap ve filmlerde görülen teknolojik altyapının nerede ise tamamen ortadan kalktığı ve insanların birbirinden habersiz toplumcuklarda yaşadıkları bir durumda ortaya çıkabilir. Basitçe ifade etmek gerekirse, bu kriz o kriz değildir. Vaktinin önemli bir kısmını internet ve sosyal medyada geçiren ve ideal hayat anlayışı farklı kültürel ögeleri ve tatları ve uzak mekânları tüketmek üzerine kurulu bireylerin olduğu bir dünyada toplumların içe kapanmasını tahayyül etmenin ne kadar gerçekçi olduğu tartışmalıdır.

Salgının küreselleşme sürecine etkisi ile ilgili daha gerçekçi olacak senaryo ise bahsi geçen küresel yönetim ve işbirliği sorunlarını ortadan kaldırmaya yönelik arayışların yoğunluk kazanmasıdır. Bu bağlamda, tecrübe ettiğimiz hali ile küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı sorunların çözümüne yönelik arayışlar da yine uluslararası alanda ve küresel olacaktır. Yaşanan şoka bağlı olarak içe kapanmacı ve izolasyoncu söylemler kısa vadede öne çıksa da, orta ve uzun vadede kamuoylarının tercihi de büyük ihtimalle bu yönde olacaktır.

Paylaş: